Bilim adamlarinin da isi zor gerçekten.
Sen çalis, çabala, okullar bitir, arastirmalar yap, tezler ver. Sonunda söhret ve para düsük ihtimal.
Maalesef böyle bir durumda tek sansin reklamlarda yer almak olabilir.
Ama reklamlarda da takdir edersiniz ki, bazi elementlerin moleküler düzeyde nasil davrandigi falan
tanitilmiyor. Bir ürünün var, onun basarisini gösteriyorsun dogal olarak.
Mesela deterjan testlerinde muhakkak bir bilim adami bulundurulur. Çünkü o deterjan o laboratuvarda
gelistirilmistir ve kurumun basindaki profesörden de reklamda sahit olarak yer almasi istenir.
Ben doktor olsam isyan ederim, gerçekten. Senin gözlerin bozulmus, kafanda saç kalmamis yillarca
arastirma yapmaktan, ariyorlar: "Profesör merhaba, bilimsel bir testimiz var gelir misiniz?"
"Hmm elbette, ne konuda?"
"99 kirli çorap yikayacagiz, gel. Nasil les gibi kokuyorlar valla."
Veya, "Doktor bey bakin, dinlemiyorsunuz, bak, doktor, simdi bu iki özel gün ürününe mavi siviyi
döktük! Sizin bilimsel background'unuza güveniyoruz. Sizce hangisi sizdirir?!"
Bilim böyle mesakkatli bir yolculuktur iste.
9 Kasım 2008 Pazar
73 HAMBURGER REKORU
Çok enteresan tipler görüyorum televizyonda bazen.
Adam kafayi takmis, iki gökdelenin arasina kalas koymus, üç gün orada yasiyor mesela. Veya üç
arkadas bir araya gelmisler dünyanin en büyük puzzle'ini yapiyorlar, Mona Lisa seklinde, tarla kadar!
Kimisi kafaya takip arka arkaya 73 hamburger yiyor, ötekisi kendini tabuta kapatip bir gün kaliyor
falan. Saçma sapan seyler.
Sarhos olursun, bu tür gariplikler yaparsin, anlarim. Ama bu insanlar oturup karar veriyorlar,
çalisiyorlar, çabaliyorlar, azim ve istekle hedefe kilitlenip basariyorlar. Neyi? Mesela 73 hamburger
yemeyi.
Kendi kendine bir gece önce ne düsünüyordur acaba bu adam?
"Basaracagim, basaracagim, bütün dünya için yapacagim bunu" diye...
O hirsi alip, baska bir yere yönlendirse belki çok basarili bir sporcu, beyin cerrahi, aktör falan olur, ama
o hamburger yemeyi veya ters takla atarak dört kilometre gitme rekorunu tercih ediyor.
Amaç Guiness Rekorlar kitabina geçmek ya.
Ama bir seyi unutuyorlar.
Guinness Rekorlar kitabina geçmek önemli degil ki, neyle geçtigin önemli.
Ileride torunlar falan ne düsünecek?
Kitapta alt alta yaziyor:
"Bilmemkimin, dünyanin en yüksek kulesini tasarlayarak bir mimari saheser yaratti.
Bilmemkimin, yazdigi oyun yedi bin üç yüz defa kapali gise oynadi.
Sizin dedeniz, 73 hamburger yedi."
Lütfen hirslarimizi kontrol edelim. Saçmasapan seyler için kendimizi paralamayalim.
Adam kafayi takmis, iki gökdelenin arasina kalas koymus, üç gün orada yasiyor mesela. Veya üç
arkadas bir araya gelmisler dünyanin en büyük puzzle'ini yapiyorlar, Mona Lisa seklinde, tarla kadar!
Kimisi kafaya takip arka arkaya 73 hamburger yiyor, ötekisi kendini tabuta kapatip bir gün kaliyor
falan. Saçma sapan seyler.
Sarhos olursun, bu tür gariplikler yaparsin, anlarim. Ama bu insanlar oturup karar veriyorlar,
çalisiyorlar, çabaliyorlar, azim ve istekle hedefe kilitlenip basariyorlar. Neyi? Mesela 73 hamburger
yemeyi.
Kendi kendine bir gece önce ne düsünüyordur acaba bu adam?
"Basaracagim, basaracagim, bütün dünya için yapacagim bunu" diye...
O hirsi alip, baska bir yere yönlendirse belki çok basarili bir sporcu, beyin cerrahi, aktör falan olur, ama
o hamburger yemeyi veya ters takla atarak dört kilometre gitme rekorunu tercih ediyor.
Amaç Guiness Rekorlar kitabina geçmek ya.
Ama bir seyi unutuyorlar.
Guinness Rekorlar kitabina geçmek önemli degil ki, neyle geçtigin önemli.
Ileride torunlar falan ne düsünecek?
Kitapta alt alta yaziyor:
"Bilmemkimin, dünyanin en yüksek kulesini tasarlayarak bir mimari saheser yaratti.
Bilmemkimin, yazdigi oyun yedi bin üç yüz defa kapali gise oynadi.
Sizin dedeniz, 73 hamburger yedi."
Lütfen hirslarimizi kontrol edelim. Saçmasapan seyler için kendimizi paralamayalim.
EUROVISION
Hatirlarsaniz Eurovision'a bir meydan savasi zihniyetiyle giderdik.
Heyecanlidir aslinda Eurovision. Herkes ülkesini tanitir, onlarin klibi çirkin olmus, bizim Bogaz süper
görünmüs falan dersin. Türk sarkicilar çikinca herkes nefesini tutar. Aglayanlar, puanlamada elbette
küfredenler, bagiran çagiran.
Ama her hezimette de bir zafer aranirdi o yillarda: "Yani en azindan, gerçekten, Türk insaninin böyle
çagdas bir kisi oldugunu, çarsafli bir insan olmadigini dünyaya göstermis olduk."
Hiç de bile. Bak o kadar Eurovision yapildi daha yeni yeni anliyorlar. Kimse seyretmiyordu ki
Eurovision'u Türklerden baska. Dünyaymis.
Sonra aliskanliktan herhalde, San Remo Sarki Yarismasi da
çok popülerdi. Ne alakasi varsa. Bütün sarkicilar Italyan, bütün sarkilar italyanca. Sana ne oluyor?
Ayrica belki San Remo-lular bile bu heyecanla seyretmiyordu yarismayi. Ayrica ne heyecani? Nasil olsa
sonucu biliyorsun, Al Bano-Romino Po-wer çifti kazanacak, hep öyle oldu.
Heyecanlidir aslinda Eurovision. Herkes ülkesini tanitir, onlarin klibi çirkin olmus, bizim Bogaz süper
görünmüs falan dersin. Türk sarkicilar çikinca herkes nefesini tutar. Aglayanlar, puanlamada elbette
küfredenler, bagiran çagiran.
Ama her hezimette de bir zafer aranirdi o yillarda: "Yani en azindan, gerçekten, Türk insaninin böyle
çagdas bir kisi oldugunu, çarsafli bir insan olmadigini dünyaya göstermis olduk."
Hiç de bile. Bak o kadar Eurovision yapildi daha yeni yeni anliyorlar. Kimse seyretmiyordu ki
Eurovision'u Türklerden baska. Dünyaymis.
Sonra aliskanliktan herhalde, San Remo Sarki Yarismasi da
çok popülerdi. Ne alakasi varsa. Bütün sarkicilar Italyan, bütün sarkilar italyanca. Sana ne oluyor?
Ayrica belki San Remo-lular bile bu heyecanla seyretmiyordu yarismayi. Ayrica ne heyecani? Nasil olsa
sonucu biliyorsun, Al Bano-Romino Po-wer çifti kazanacak, hep öyle oldu.
TELEVIZYON DÜNYASI - YARISMALARA KAPTIRANLAR
Bence çogu insanin, hayatinda en korkunç durumlara düstügü yerler televizyon yarismalari.
Ünlüler öyle degil. Bir kere çogu zaman sans yarismalarina falan baskalari adina giriyorsun, ya da gelir
bir hayir kurumuna bagislaniyor falan. Yani bir iddia söz konusu degil.
Ama ünlü olmayip bilgi yarismalarina, kültürüne güvenip girenler, çok tehlikeli bir oyun oynuyorlar.
Çünkü o anda televizyon seyreden kimsenin seninle ilgili daha önceden olusmus bir fikri yok.
Heyecanlanip salaklasti-gin anda, Türkiye Cumhuriyeti halkinin hafizasina o sekilde kazinacaksin. Ha,
ondan sonra kafan kizar albüm çikarirsin, ünlü olursun baska. Ama genellikle böyle olmuyor!
-Kendinizi tanitiniz.
-Ben profesör doktor bilmemkim. Mikrobiyoloji dalinda bir numarayim. Briç ve satranç oynarim, pipo
içerim.
-Çok güzel. Ilk soru, Istanbul'un fethi hangi yil?
-Bi.. 1354, ah ne dedim?!
-Yanlis, 1453, güle güle.
Bütün Türkiye ekran basinda "Aptaal dooktor, aptaal doktor," yapacaktir! Ondan sonra istedigin kadar
satranç oyna, bittin.
Bir de yarismadan hemen önce yarismacinin yakinlarina danisilir.
"Güveniyor musunuz? Sizce basarili olacak mi?" derler.
Akrabalar da çaresiz:
"Evet, kendisi gerçekten çok bilgilidir. Kesinlikle güvenimiz tamdir yani" falan diye cevap verir. E böyle
deyince, adam yarismada rezil olursa sen de rezil oluyorsun!
-"Valla bence gayet orta zekâli, normal bir insandir. Heves etmis. Ben katilma dedim, dinletemedim.
Kalktik geldik. Yani mucize bekliyoruz," de, çekil!
Kazanamazsa, "Ben dediydim" dersin, halk da, "Bak yenge akilli, dediydi bu salak kazanamaz diye"
seklinde düsünür, havandan geçilmez.
Televizyon yarismalarina kendinizi kaptirmayin.
Ünlüler öyle degil. Bir kere çogu zaman sans yarismalarina falan baskalari adina giriyorsun, ya da gelir
bir hayir kurumuna bagislaniyor falan. Yani bir iddia söz konusu degil.
Ama ünlü olmayip bilgi yarismalarina, kültürüne güvenip girenler, çok tehlikeli bir oyun oynuyorlar.
Çünkü o anda televizyon seyreden kimsenin seninle ilgili daha önceden olusmus bir fikri yok.
Heyecanlanip salaklasti-gin anda, Türkiye Cumhuriyeti halkinin hafizasina o sekilde kazinacaksin. Ha,
ondan sonra kafan kizar albüm çikarirsin, ünlü olursun baska. Ama genellikle böyle olmuyor!
-Kendinizi tanitiniz.
-Ben profesör doktor bilmemkim. Mikrobiyoloji dalinda bir numarayim. Briç ve satranç oynarim, pipo
içerim.
-Çok güzel. Ilk soru, Istanbul'un fethi hangi yil?
-Bi.. 1354, ah ne dedim?!
-Yanlis, 1453, güle güle.
Bütün Türkiye ekran basinda "Aptaal dooktor, aptaal doktor," yapacaktir! Ondan sonra istedigin kadar
satranç oyna, bittin.
Bir de yarismadan hemen önce yarismacinin yakinlarina danisilir.
"Güveniyor musunuz? Sizce basarili olacak mi?" derler.
Akrabalar da çaresiz:
"Evet, kendisi gerçekten çok bilgilidir. Kesinlikle güvenimiz tamdir yani" falan diye cevap verir. E böyle
deyince, adam yarismada rezil olursa sen de rezil oluyorsun!
-"Valla bence gayet orta zekâli, normal bir insandir. Heves etmis. Ben katilma dedim, dinletemedim.
Kalktik geldik. Yani mucize bekliyoruz," de, çekil!
Kazanamazsa, "Ben dediydim" dersin, halk da, "Bak yenge akilli, dediydi bu salak kazanamaz diye"
seklinde düsünür, havandan geçilmez.
Televizyon yarismalarina kendinizi kaptirmayin.
IS MÜLAKATLARI
Hiç gazete ilanindan is aradiniz mi?
Çok acikli bir görüntüdür gerçekten. Oturur, böyle elinde fosforlu kalemle aradiklarini çizersin, ve ipucu
vereyim, genellikle de çok parlak bir sey çikmaz.
Is ilanlari çok idealist ilanlardir ve standartlar teoride çok yüksektir.
"Iyi derecede Ingilizce bilen, askerligini yapmis, kararli, sosyal, insan iliskilerinde basarili, esprili,
prezentabl, çaliskan, sorumluluk alan, ileriyi gören, vizyonu genis, liderlik vasfi bulunan... santral elemanlari
alinacaktir."
Haydeee.
Simdi kardesim, bu özelliklere sahip birini bulursan bence genel müdür yap! Veya kizini ver! Adam
telefonlara bakacak-sa, niye liderlik vasfi bulunmasi gerekiyor? Ne yapacak? Arkadaslarina müdahale mi
edecek? "Semra, telefonun çaliyor, lütfen üç çalista açalim arkadaslar" diye. Ki bu ona mesleginde yardim
eden bir özellik olmayacaktir, sadece popülaritesini azaltacaktir.
îs ilani kriterlerine baktigimizda bazi gerekliliklerin çok sübjektif konular oldugu da fark edilir. Hani 30
yasindan büyük, askerligini yapmis, tamam, onlarda tartisilacak bir sey yok. Ama mesela "yükselme istegi
olan" denir.
Yükselme istegi olmayan var midir?
"Hayir, ben, hayat boyu bu yardimci muhasebeci asistani pozisyonunda sürünmek istiyorum, bu ise
uygun degilim," diyen adayin hemen psikolojik tedavi görmesi gerekir bence.
Bir de "prezentabl" vardir.
Biliyorsunuz, prezentabl, tanistirilabilir demektir sözlük anlaminda ve Türkçesi, giyinmesini kusanmasini,
oturmasini kalkmasini bilen manasindadir.
Neye göre prezentabl? Hangi insan kendisinin prezentabl olmadigina inanir?
"Aa bak bütün kriterleri tutturdum ama pasakli ve çirkin oldugum için ben basvurmayayim" diyecek
gerçekçi insan zaten hayatta basarili olacaktir, üzülmesin.
Çok acikli bir görüntüdür gerçekten. Oturur, böyle elinde fosforlu kalemle aradiklarini çizersin, ve ipucu
vereyim, genellikle de çok parlak bir sey çikmaz.
Is ilanlari çok idealist ilanlardir ve standartlar teoride çok yüksektir.
"Iyi derecede Ingilizce bilen, askerligini yapmis, kararli, sosyal, insan iliskilerinde basarili, esprili,
prezentabl, çaliskan, sorumluluk alan, ileriyi gören, vizyonu genis, liderlik vasfi bulunan... santral elemanlari
alinacaktir."
Haydeee.
Simdi kardesim, bu özelliklere sahip birini bulursan bence genel müdür yap! Veya kizini ver! Adam
telefonlara bakacak-sa, niye liderlik vasfi bulunmasi gerekiyor? Ne yapacak? Arkadaslarina müdahale mi
edecek? "Semra, telefonun çaliyor, lütfen üç çalista açalim arkadaslar" diye. Ki bu ona mesleginde yardim
eden bir özellik olmayacaktir, sadece popülaritesini azaltacaktir.
îs ilani kriterlerine baktigimizda bazi gerekliliklerin çok sübjektif konular oldugu da fark edilir. Hani 30
yasindan büyük, askerligini yapmis, tamam, onlarda tartisilacak bir sey yok. Ama mesela "yükselme istegi
olan" denir.
Yükselme istegi olmayan var midir?
"Hayir, ben, hayat boyu bu yardimci muhasebeci asistani pozisyonunda sürünmek istiyorum, bu ise
uygun degilim," diyen adayin hemen psikolojik tedavi görmesi gerekir bence.
Bir de "prezentabl" vardir.
Biliyorsunuz, prezentabl, tanistirilabilir demektir sözlük anlaminda ve Türkçesi, giyinmesini kusanmasini,
oturmasini kalkmasini bilen manasindadir.
Neye göre prezentabl? Hangi insan kendisinin prezentabl olmadigina inanir?
"Aa bak bütün kriterleri tutturdum ama pasakli ve çirkin oldugum için ben basvurmayayim" diyecek
gerçekçi insan zaten hayatta basarili olacaktir, üzülmesin.
TRAFIK KAZALARI
Bazi otoriteler çok iyi niyetli.
Vallahi. Mesela ben bazi nazik uyari levhalarina, egitici hatirlatmalara bayiliyorum.
Hani sigara paketlerinin üzerinde de "Sigara sagliga zararlidir" yaziyor ya. Hani sanki tiryaki, içerken
içerken, görecek paketteki yaziyi: "Bir dakka. Ne? Sigara sagliga zararlidir? Saka mi bu? Ne zamandan
beri? Niye kimse bunu bana söylemedi?" diye o dakika sigarayi birakacak! Onun gibi trafik tabelalari da
var.
"Acele giden, ecele gider" var mesela, yine içinde "ecel" lafi geçtiginden "Adam gibi kullan geberirisin,"
mesaji veriliyor, bir nebze etkili olabilir.
Ama iyice kibar olanlar var. "Sayin sürücü, trafik canavari olma" diye tabela var mesela. Adam
kullanirken, sag sol, zikzak, taciz falan, bir görüyor levhayi: "Sayin sürücü, trafik canavari olma!"
"Haaa, ayyy, ben ne yaptim? Bak nasil mahcup oldum simdi!"
Indiriyor cami, "Hanimefendi, hani deminden beri sizi sarampole yuvarlamaya çalisip egleniyorum ya,
valla kusura bakmayin, ben tabelayi görmemistim. Çok pardon, iyi seyirler efendim, buyrun yol sizin!"
Ben, böyle bir adam varsa tanimak istiyorum.
Kanimca simdiye kadar gördügüm en etkili trafik uyarisi,
"Radar kontrolü var" ibaresidir. Yani istersen hizli git, ama bizden kaçmaz, hayatini karartiriz, manasinda.
Zannederim tüm uyarilar bu sekilde kararli olursa, daha az trafik kazasi yasanir!
Vallahi. Mesela ben bazi nazik uyari levhalarina, egitici hatirlatmalara bayiliyorum.
Hani sigara paketlerinin üzerinde de "Sigara sagliga zararlidir" yaziyor ya. Hani sanki tiryaki, içerken
içerken, görecek paketteki yaziyi: "Bir dakka. Ne? Sigara sagliga zararlidir? Saka mi bu? Ne zamandan
beri? Niye kimse bunu bana söylemedi?" diye o dakika sigarayi birakacak! Onun gibi trafik tabelalari da
var.
"Acele giden, ecele gider" var mesela, yine içinde "ecel" lafi geçtiginden "Adam gibi kullan geberirisin,"
mesaji veriliyor, bir nebze etkili olabilir.
Ama iyice kibar olanlar var. "Sayin sürücü, trafik canavari olma" diye tabela var mesela. Adam
kullanirken, sag sol, zikzak, taciz falan, bir görüyor levhayi: "Sayin sürücü, trafik canavari olma!"
"Haaa, ayyy, ben ne yaptim? Bak nasil mahcup oldum simdi!"
Indiriyor cami, "Hanimefendi, hani deminden beri sizi sarampole yuvarlamaya çalisip egleniyorum ya,
valla kusura bakmayin, ben tabelayi görmemistim. Çok pardon, iyi seyirler efendim, buyrun yol sizin!"
Ben, böyle bir adam varsa tanimak istiyorum.
Kanimca simdiye kadar gördügüm en etkili trafik uyarisi,
"Radar kontrolü var" ibaresidir. Yani istersen hizli git, ama bizden kaçmaz, hayatini karartiriz, manasinda.
Zannederim tüm uyarilar bu sekilde kararli olursa, daha az trafik kazasi yasanir!
ACÎL DURUMLAR
Benden duymus olmayin ama önünde sonunda deprem olacak.
Çogumuz da bu olay için simdiden deprem çantamizi hazirladik. Deprem çantalarinin içinde,
biliyorsunuz, ilaç, gida, su, düdük gibi malzemelerin yaninda, birkaç iç çamasir, çorap falan koymak da
tavsiye ediliyor.
Ben koymam, simdiden söyleyeyim!
Tasimam çünkü. Deprem olmus, kurtulmussun, çorabini degistirmeyi mi düsüneceksin?
Veya her taraf yikilmis, sen buzdolabiyla masanin arasinda mahsur kalmissin, yaralanma yok, su, bisküvi
falan her sey saglam, telefonunu etmissin, bekliyorsun. Ama bir bakiyorsun "Ayy, çoraplar eski, görüyor
musun bak! Simdi Akut'çulara rezil olacagiz, böyle aslan gibi çocuklar. Ya ünlü biri gelip kurtarirsa! Ya
Nasuh Mahruki gelirse, inanmiyorum! Ah o deprem çantasina o angora pembe çoraplarimi koyacaktim,
ah kafa ah kafa!" Böyle bir sey var mi?
Sehir enkaz olmus, "Ay iki gündür ayni çorabi giyiyorum". Bosver. On bes gün de giyebilirsin. Çorap
kati hale geçene kadar yolu var.
Zaten çorap falan önemli degil, bizde acil durum demek makarna demektir.
Peprem çantasina benim bildigim Türk, önce makarna koyar. Makarnan varsa, hiçbir seyden korkmana
gerek yok.
Devletle ilgili sakat bir durum mu var, "Makarna alalim". Saganak yagmurlar geliyormus, "Aman evde
makarna olsun" Deprem sinyalleri varmis, "Kosun makarna stoklayin"!
Deprem çantasina çorap yerine makarna konmasini öneriyorum, en azindan psikolojik olarak
rahatlamak için.
Çogumuz da bu olay için simdiden deprem çantamizi hazirladik. Deprem çantalarinin içinde,
biliyorsunuz, ilaç, gida, su, düdük gibi malzemelerin yaninda, birkaç iç çamasir, çorap falan koymak da
tavsiye ediliyor.
Ben koymam, simdiden söyleyeyim!
Tasimam çünkü. Deprem olmus, kurtulmussun, çorabini degistirmeyi mi düsüneceksin?
Veya her taraf yikilmis, sen buzdolabiyla masanin arasinda mahsur kalmissin, yaralanma yok, su, bisküvi
falan her sey saglam, telefonunu etmissin, bekliyorsun. Ama bir bakiyorsun "Ayy, çoraplar eski, görüyor
musun bak! Simdi Akut'çulara rezil olacagiz, böyle aslan gibi çocuklar. Ya ünlü biri gelip kurtarirsa! Ya
Nasuh Mahruki gelirse, inanmiyorum! Ah o deprem çantasina o angora pembe çoraplarimi koyacaktim,
ah kafa ah kafa!" Böyle bir sey var mi?
Sehir enkaz olmus, "Ay iki gündür ayni çorabi giyiyorum". Bosver. On bes gün de giyebilirsin. Çorap
kati hale geçene kadar yolu var.
Zaten çorap falan önemli degil, bizde acil durum demek makarna demektir.
Peprem çantasina benim bildigim Türk, önce makarna koyar. Makarnan varsa, hiçbir seyden korkmana
gerek yok.
Devletle ilgili sakat bir durum mu var, "Makarna alalim". Saganak yagmurlar geliyormus, "Aman evde
makarna olsun" Deprem sinyalleri varmis, "Kosun makarna stoklayin"!
Deprem çantasina çorap yerine makarna konmasini öneriyorum, en azindan psikolojik olarak
rahatlamak için.
HAYATTAN SIKILANLAR
Insanlarin çilginca eglenmesi için o kadar çok seçenek var ki.
Mesela sadece saka ve parti malzemeleri satan sirketler var artik. Kaynana dilleri, sahte mürekkep
fiskirtan kalemler, plastik örümcekler, pirt yapan minderler... Bu esyalari alan 18 yas üstündekiler, bu
eglence meraklilari, aslinda aramizda yasiyorlar ve biz onlari taniyoruz. Bu arkadaslar, her normal insan
gibi içinde eglenme ve gülme güdüleri tasiyan fakat isyerindeki disiplin, ciddiyet ve sikicilik yüzünden tüm
çilginliklarini is sonrasina saklayan tiplerdir.
Bunlar ayni zamanda eller havaya barlarinin müdavimleri, arkadas arasi kiyafet balolarinin
organizatörleri olurlar ve kimisinin evinde karaoke makinesi bulunur.
Bunlarin arasinda eglenceli mesleklerden kimseyi göremezsin. Gazeteciler, tiyatrocular, reklamcilar,
böyle insanlar genellikle evlerinde oturup arkadaslariyla lak lak ederler veya en fazla disari çikip içki
içerler.
Ama nerede finans müdürü, hesap uzmani, emlakçi, borsaci falan var, bunlar bir araya gelip birbirlerinin
koltuklarina
pirt yapan minderlerden' koyup yerlere düserek gülerler, birbirlerine plastik örümcek atarlar, çigköfte
partileri yaparlar falan.
Isten çikinca, bütün gün biriktirdigi ve harcayamadigi mutluluk hormonu serotonin, aniden fiskiriyor ve
adam deli-riyor tabii. "N'apsam eller havayaya mi gitsem, maske takip arkadasi mi korkutsam?" diye
kopuyor. Zaten o sikici günün sonunda aksami da sakin geçirse birinci yilin sonunda intiharin esigine
gelecek!
Mesela sadece saka ve parti malzemeleri satan sirketler var artik. Kaynana dilleri, sahte mürekkep
fiskirtan kalemler, plastik örümcekler, pirt yapan minderler... Bu esyalari alan 18 yas üstündekiler, bu
eglence meraklilari, aslinda aramizda yasiyorlar ve biz onlari taniyoruz. Bu arkadaslar, her normal insan
gibi içinde eglenme ve gülme güdüleri tasiyan fakat isyerindeki disiplin, ciddiyet ve sikicilik yüzünden tüm
çilginliklarini is sonrasina saklayan tiplerdir.
Bunlar ayni zamanda eller havaya barlarinin müdavimleri, arkadas arasi kiyafet balolarinin
organizatörleri olurlar ve kimisinin evinde karaoke makinesi bulunur.
Bunlarin arasinda eglenceli mesleklerden kimseyi göremezsin. Gazeteciler, tiyatrocular, reklamcilar,
böyle insanlar genellikle evlerinde oturup arkadaslariyla lak lak ederler veya en fazla disari çikip içki
içerler.
Ama nerede finans müdürü, hesap uzmani, emlakçi, borsaci falan var, bunlar bir araya gelip birbirlerinin
koltuklarina
pirt yapan minderlerden' koyup yerlere düserek gülerler, birbirlerine plastik örümcek atarlar, çigköfte
partileri yaparlar falan.
Isten çikinca, bütün gün biriktirdigi ve harcayamadigi mutluluk hormonu serotonin, aniden fiskiriyor ve
adam deli-riyor tabii. "N'apsam eller havayaya mi gitsem, maske takip arkadasi mi korkutsam?" diye
kopuyor. Zaten o sikici günün sonunda aksami da sakin geçirse birinci yilin sonunda intiharin esigine
gelecek!
POLITIKACILAR
Insanlar niye politikaci oluyor, anlamak mümkün degil.
Bir kere erkeksen sürekli takim elbise kravat, kadinsan etekli döpiyes giymek zorundasin ki çok sikici.
Çünkü meclisin "Haydi arkadaslar, bundan sonra cuma günleri blucinle geliyoruz" gibi bir sicak ortami
yok!
Sadece kilik kiyafet degil, zannederim ofis ortamlarinda olan ve insana nefes aldiran geyiklerden de
yoksun bir isyeri, meclis. Bir kere önünde bilgisayar yok. Internete bile giremiyorsun, ne yapayim ben
öyle ofisi! Sürekli bir ciddiyet, bir mesafe. Ne bir dogum günü kutlayabilirsin, ne bir ofis partisi
yapabilirsin.
Bu arada is yüzünden sürekli Türkiye'nin çesitli köy ve kasabalarini
ziyaret etmen lazim, ki böyle çok dolasman islere de pek üsenirim.
Her seyi birak, benim gibi sorumluluktan nefret eden biri için, 70 milyonun basi agrisa sorumlulugu sana
atmasi delirtici bir durum olabilir: "Nisanlimdan ayrildim, intihar edecegim, bakan gelsin!?", "Hali sahada
futbol oynarken bacagimi kirdim, devlet bize yardim etsin!", "Milli piyangoyu bir numarayla kaçirdim, bizi
yönetenler uyuyor mu!" seklinde hakli haksiz, her durumun faturasi bana çikacak. Yok ya. Ben ne
yapayim öyle isi?
Maaslar iyi ama öyle aman aman bir para da degil. E bu kadar sey de bir lojman için çekilmez
kardesim!
Lütfen israr etmeyin, politikaya girmeyecegim.
Bir kere erkeksen sürekli takim elbise kravat, kadinsan etekli döpiyes giymek zorundasin ki çok sikici.
Çünkü meclisin "Haydi arkadaslar, bundan sonra cuma günleri blucinle geliyoruz" gibi bir sicak ortami
yok!
Sadece kilik kiyafet degil, zannederim ofis ortamlarinda olan ve insana nefes aldiran geyiklerden de
yoksun bir isyeri, meclis. Bir kere önünde bilgisayar yok. Internete bile giremiyorsun, ne yapayim ben
öyle ofisi! Sürekli bir ciddiyet, bir mesafe. Ne bir dogum günü kutlayabilirsin, ne bir ofis partisi
yapabilirsin.
Bu arada is yüzünden sürekli Türkiye'nin çesitli köy ve kasabalarini
ziyaret etmen lazim, ki böyle çok dolasman islere de pek üsenirim.
Her seyi birak, benim gibi sorumluluktan nefret eden biri için, 70 milyonun basi agrisa sorumlulugu sana
atmasi delirtici bir durum olabilir: "Nisanlimdan ayrildim, intihar edecegim, bakan gelsin!?", "Hali sahada
futbol oynarken bacagimi kirdim, devlet bize yardim etsin!", "Milli piyangoyu bir numarayla kaçirdim, bizi
yönetenler uyuyor mu!" seklinde hakli haksiz, her durumun faturasi bana çikacak. Yok ya. Ben ne
yapayim öyle isi?
Maaslar iyi ama öyle aman aman bir para da degil. E bu kadar sey de bir lojman için çekilmez
kardesim!
Lütfen israr etmeyin, politikaya girmeyecegim.
DIL ÖGRENME
Bir lisan bir insan derler, ama niye derler bilinmez.
Yabanci dil bilmenin faydalari bu atasözümüzde gereksizce abartilmistir. Olsun, yine de özellikle yaz
aylarinda turistlerle iletisim açisindan birçok faydasini görürsünüz yabanci dilin.
Benim problemim daha çok yabanci dil ögretme aliskanliklariyla.
Bütün dillerde, yabanci dil ögrenme, önce selam kelimeleriyle baslar. Günaydin, Merhaba, Nasilsiniz
gibi. Bunu anladik, çok da yerinde bir seçimdir. Ancak, ikinci üçüncü sayfaya geçtiginizde hemen What is
this, this is a pencil bölümü gelir ki, bu konuda bir çift lafim var. "Bu nedir? Bu bir kalemdir. Bu bir
kitaptir. Bu bir sandalyedir."
Simdi ben otuzlu yaslarina baslamis biri olarak bugüne kadar böyle bir cümleye gerek duydugumu,
böyle bir söz öbegi kullandigimi hatirlamiyorum!
Yani kalemin, defterin, sandalyenin ne oldugunu anlama-yip, "Bu nedir?" diye soran adam varsa, o
zaten yabanci dil talan ögrenecek kapasitede degildir, ona özel egitim lazim!
Ayni sekilde karsinizdaki size bu sorulari sorup, siz de "Bu bir sandalye, gerçekten", "Bu bir kitap valla
billa" gibi cevaplar vermek zorunda birakilacaksaniz, turist veya degil, o salagin dostlugundan ne bir fayda
görürsünüz ne de bu sohbet eglenceli bir yere gider.
Yani ancak çok uçuk bir endüstri tasarimcisi olacaksin, yurtdisina hiçbir seye benzemeyen abuk sabuk
tasarimlarini satacaksin, "Bu ne," diyecek müsteri, "Inanilmasi güç ama, this is a pencil" falan diyeceksin,
ancak böyle bir ortamda mümkündür.
Tabii bu kadar gereksiz bir bilgiyle baslayinca, bir sürü insan da dil ögrenmekten vazgeçiyor, ve
dolayisiyla yabanci dil bilgileri "What is this, this is a pencil"da kaliyor ve ilerlemiyor. Ondan sonra bir
alisveris bile yapamiyorlar. Benim tavsiyem, dil ögrenimi, "En son kaça olur", "Maksat müsteri olalim", "Al
bunu helal et" gibi pratik alisveris kaliplari, "Yolculuk ne tarafa", "Burcun ne", "Ben seni nereden
taniyorum?" gibi arkadaslik kurma cümleleriyle baslasin, gençler yüreklendirilsin.
Yoksa her turist ortaminda rezil oldugumuzla kalacagiz.
Yabanci dil bilmenin faydalari bu atasözümüzde gereksizce abartilmistir. Olsun, yine de özellikle yaz
aylarinda turistlerle iletisim açisindan birçok faydasini görürsünüz yabanci dilin.
Benim problemim daha çok yabanci dil ögretme aliskanliklariyla.
Bütün dillerde, yabanci dil ögrenme, önce selam kelimeleriyle baslar. Günaydin, Merhaba, Nasilsiniz
gibi. Bunu anladik, çok da yerinde bir seçimdir. Ancak, ikinci üçüncü sayfaya geçtiginizde hemen What is
this, this is a pencil bölümü gelir ki, bu konuda bir çift lafim var. "Bu nedir? Bu bir kalemdir. Bu bir
kitaptir. Bu bir sandalyedir."
Simdi ben otuzlu yaslarina baslamis biri olarak bugüne kadar böyle bir cümleye gerek duydugumu,
böyle bir söz öbegi kullandigimi hatirlamiyorum!
Yani kalemin, defterin, sandalyenin ne oldugunu anlama-yip, "Bu nedir?" diye soran adam varsa, o
zaten yabanci dil talan ögrenecek kapasitede degildir, ona özel egitim lazim!
Ayni sekilde karsinizdaki size bu sorulari sorup, siz de "Bu bir sandalye, gerçekten", "Bu bir kitap valla
billa" gibi cevaplar vermek zorunda birakilacaksaniz, turist veya degil, o salagin dostlugundan ne bir fayda
görürsünüz ne de bu sohbet eglenceli bir yere gider.
Yani ancak çok uçuk bir endüstri tasarimcisi olacaksin, yurtdisina hiçbir seye benzemeyen abuk sabuk
tasarimlarini satacaksin, "Bu ne," diyecek müsteri, "Inanilmasi güç ama, this is a pencil" falan diyeceksin,
ancak böyle bir ortamda mümkündür.
Tabii bu kadar gereksiz bir bilgiyle baslayinca, bir sürü insan da dil ögrenmekten vazgeçiyor, ve
dolayisiyla yabanci dil bilgileri "What is this, this is a pencil"da kaliyor ve ilerlemiyor. Ondan sonra bir
alisveris bile yapamiyorlar. Benim tavsiyem, dil ögrenimi, "En son kaça olur", "Maksat müsteri olalim", "Al
bunu helal et" gibi pratik alisveris kaliplari, "Yolculuk ne tarafa", "Burcun ne", "Ben seni nereden
taniyorum?" gibi arkadaslik kurma cümleleriyle baslasin, gençler yüreklendirilsin.
Yoksa her turist ortaminda rezil oldugumuzla kalacagiz.
KONSERVE AÇMANIN PÜE NOKTASI
Biliyorsunuz dünyada tasarim, teknoloji falan çok gelisti.
Dünyanin en gelismis aletleri bilgisayarlarda bile artik "user friendly" yani "kullanici dostu" dedigimiz bir
sistem var. Tüketiciye kendini aldirtmak ve onu memnun etmek amaç. O karmasik bilgisayar iki dakikada
kendini sana anlatiyor: "Beni buradan aç, buradan kapa, su sekilde dosya kopyaliyorsun, aferin sana akil
küpü", falan diye insani yönlendiriyor.
Günümüzde kullanici düsmani tek sektör kalmistir: Ambalaj sektörü.
Gerçekten, ben çocukken konserve kavanozlari açilmazdi, hâlâ bir gelisme olmadi.
Uçan araba yapmak üzereyiz, konserve kavanozlari 1930'dan beri ayni rezalet sistem. Zorlarsin,
sallarsin, elini kurularsin, bezle denersin, hatta evdeki yardim istenen baba, koca, agabey gibi güçlü
kuvvetli erkekler de arada telef olur. "Getir ben açayim" yapip bir süre kivrandiktan sonra, "Yok sikismis"
falan diye durumu örtbas etmeye çalisirlar, bilirsiniz.
En sonunda garanti çözüm olarak kavanozu sicak suya tutarsin, ki genellikle bu konuda bir hata yapilir.
Kavanozun sadece kapagi sicak suya tutulmalidir ki, cam bölüm eski hacmini korusun, kapak genlessin,
böylece genislesin ve kolay açilsin. Yani bu bakis açisina göre, bezelye konservesi yemek isteyen herkes
isinan katilarin genlestigini bilecek.
Bir de arada öteki sasirtmacali kavanozlar çikar. Sicak suya falan tutarsin, tik yok. Onlarda da baska
bir fizik prensibi geçerlidir. Kavanozun içi basinçlidir ve dis basinçla iç basinç birbirini tutmazsa, böyle
kenarindan biçak sokup, biçagi egriltme pahasina plop diye havasini almazsan kapak açilmaz, iç basinç,
dis basinç olayi. Simdi bunu bir pilotun bilmesi gerekir ama herhangi bir seftali kompostosu tüketicisi niye
bilmek zorundadir?
Dünyanin en gelismis aletleri bilgisayarlarda bile artik "user friendly" yani "kullanici dostu" dedigimiz bir
sistem var. Tüketiciye kendini aldirtmak ve onu memnun etmek amaç. O karmasik bilgisayar iki dakikada
kendini sana anlatiyor: "Beni buradan aç, buradan kapa, su sekilde dosya kopyaliyorsun, aferin sana akil
küpü", falan diye insani yönlendiriyor.
Günümüzde kullanici düsmani tek sektör kalmistir: Ambalaj sektörü.
Gerçekten, ben çocukken konserve kavanozlari açilmazdi, hâlâ bir gelisme olmadi.
Uçan araba yapmak üzereyiz, konserve kavanozlari 1930'dan beri ayni rezalet sistem. Zorlarsin,
sallarsin, elini kurularsin, bezle denersin, hatta evdeki yardim istenen baba, koca, agabey gibi güçlü
kuvvetli erkekler de arada telef olur. "Getir ben açayim" yapip bir süre kivrandiktan sonra, "Yok sikismis"
falan diye durumu örtbas etmeye çalisirlar, bilirsiniz.
En sonunda garanti çözüm olarak kavanozu sicak suya tutarsin, ki genellikle bu konuda bir hata yapilir.
Kavanozun sadece kapagi sicak suya tutulmalidir ki, cam bölüm eski hacmini korusun, kapak genlessin,
böylece genislesin ve kolay açilsin. Yani bu bakis açisina göre, bezelye konservesi yemek isteyen herkes
isinan katilarin genlestigini bilecek.
Bir de arada öteki sasirtmacali kavanozlar çikar. Sicak suya falan tutarsin, tik yok. Onlarda da baska
bir fizik prensibi geçerlidir. Kavanozun içi basinçlidir ve dis basinçla iç basinç birbirini tutmazsa, böyle
kenarindan biçak sokup, biçagi egriltme pahasina plop diye havasini almazsan kapak açilmaz, iç basinç,
dis basinç olayi. Simdi bunu bir pilotun bilmesi gerekir ama herhangi bir seftali kompostosu tüketicisi niye
bilmek zorundadir?
GARIP TESADÜFLER
Hayat garip tesadüflerle doludur.
Mesela çanta kaptiranlarin çantasinin içinde muhakkak o gün aldiklari maas ve biriktirdikleri bir sürü
para vardir. Ben daha "Valla bes milyon vardi, baska da bir sey yoktu" diyene rastlamadim.
Önemli bir yere geç kalmissaniz muhakkak ya yol çalismasi vardir, ya kaza olmustur, iyice gecikirsiniz.
Bilgisayariniz hayatinizin en önemli dokümanini yazarken ve nedense o gün kaydetmeyi unutmusken
çöker.
Elektrik, özellikle istediginiz programi seyretmeye basladiginizda kesilir.
Kuaförden çikip taksi bulamadiginiz gün sinsice yagmur yagmaya baslar.
Tatil olarak seçtiginiz tarihlerde hava bozar. Ve simdiden söyleyeyim, o piyango asla size çikmaz,
çikabilir diyenleri de dinlemeyin, çalisip para biriktirmeye ugrasin.
Bilmiyorum, belki de ben biraz kötümserim. Belki de dünyada garip ama güzel tesadüfler de oluyor.
Mesela çanta kaptiranlarin çantasinin içinde muhakkak o gün aldiklari maas ve biriktirdikleri bir sürü
para vardir. Ben daha "Valla bes milyon vardi, baska da bir sey yoktu" diyene rastlamadim.
Önemli bir yere geç kalmissaniz muhakkak ya yol çalismasi vardir, ya kaza olmustur, iyice gecikirsiniz.
Bilgisayariniz hayatinizin en önemli dokümanini yazarken ve nedense o gün kaydetmeyi unutmusken
çöker.
Elektrik, özellikle istediginiz programi seyretmeye basladiginizda kesilir.
Kuaförden çikip taksi bulamadiginiz gün sinsice yagmur yagmaya baslar.
Tatil olarak seçtiginiz tarihlerde hava bozar. Ve simdiden söyleyeyim, o piyango asla size çikmaz,
çikabilir diyenleri de dinlemeyin, çalisip para biriktirmeye ugrasin.
Bilmiyorum, belki de ben biraz kötümserim. Belki de dünyada garip ama güzel tesadüfler de oluyor.
v
Hayat garip tesadüflerle doludur.
Mesela çanta kaptiranlarin çantasinin içinde muhakkak o gün aldiklari maas ve biriktirdikleri bir sürü
para vardir. Ben daha "Valla bes milyon vardi, baska da bir sey yoktu" diyene rastlamadim.
Önemli bir yere geç kalmissaniz muhakkak ya yol çalismasi vardir, ya kaza olmustur, iyice gecikirsiniz.
Bilgisayariniz hayatinizin en önemli dokümanini yazarken ve nedense o gün kaydetmeyi unutmusken
çöker.
Elektrik, özellikle istediginiz programi seyretmeye basladiginizda kesilir.
Kuaförden çikip taksi bulamadiginiz gün sinsice yagmur yagmaya baslar.
Tatil olarak seçtiginiz tarihlerde hava bozar. Ve simdiden söyleyeyim, o piyango asla size çikmaz,
çikabilir diyenleri de dinlemeyin, çalisip para biriktirmeye ugrasin.
Bilmiyorum, belki de ben biraz kötümserim. Belki de dünyada garip ama güzel tesadüfler de oluyor.
Mesela çanta kaptiranlarin çantasinin içinde muhakkak o gün aldiklari maas ve biriktirdikleri bir sürü
para vardir. Ben daha "Valla bes milyon vardi, baska da bir sey yoktu" diyene rastlamadim.
Önemli bir yere geç kalmissaniz muhakkak ya yol çalismasi vardir, ya kaza olmustur, iyice gecikirsiniz.
Bilgisayariniz hayatinizin en önemli dokümanini yazarken ve nedense o gün kaydetmeyi unutmusken
çöker.
Elektrik, özellikle istediginiz programi seyretmeye basladiginizda kesilir.
Kuaförden çikip taksi bulamadiginiz gün sinsice yagmur yagmaya baslar.
Tatil olarak seçtiginiz tarihlerde hava bozar. Ve simdiden söyleyeyim, o piyango asla size çikmaz,
çikabilir diyenleri de dinlemeyin, çalisip para biriktirmeye ugrasin.
Bilmiyorum, belki de ben biraz kötümserim. Belki de dünyada garip ama güzel tesadüfler de oluyor.
EHLIYET SINAVI
Ehliyetini kursa gidip alanlar bilirler. Lüzumsuz bir motor dersi vardir.
Sinifta toplanirsin, önünde bir arabanin motoru, takim taklavati. Hoca "Bu ne? O ne?" diye sorar, sen
de hatirladigin kadariyla, karbüratör, akü falan diye ezberlediklerini söylersin.
Üç bes soru sorulur, kem küm edilir. Genellikle hoca, kadin ögrencilerin bu kurstan sonra araba
tamircisi olmayacagini da varsayarak bir geçer not verir, is biter. Yani trafik kurallarini ögrendiysen,
arabayi da iyi kullaniyorsan, ehliyeti alirsin.
Bu motor kurslarindan herkesin aklinda sadece bir tek sey kalir: Vantilatör kayisi koparsa, naylon
çorabini çikar onu kullan!
ilk bakista, çok zekice bir çözüm, adeta bir mucize gibi görünebilir, ama pratigini merak ediyorum.
Diyelim ki TEM'de araba kullaniyorsun. Vantilatör kayisin koptu.
Simdi, bir kere vantilatör kayisinin koptugunu nasil anlayacaksin?
Vantilatör nedir, ne ise yarar ki?
Arabadan indin, kaputu açtin, bakiyorsun. Bu kaputu açip bakma, araba bozulmasinin akabinde bir
nevi reflekstir. Yani arabanin kalem pille çalistigini düsünecek tipler bile kaputu açip bir bakar? Acaba ne
görmeyi bekliyorlar? Sanki açinca on, off dügmesi olacak, "Ahh, araba off dügmesindeymis, on'a bastim,
düzeldi" diye tamir edecekler!
Neyse. Vantilatörü buldun, baktin kayis kopmus. Hemen ehliyet kursunu hatirladin, çözüm naylon
çorap.
Bu durumda, mesela benim gibi haftanin alti günü kot giyen nüfusun çogunlugu ne yapacak? Ben
nereden bulayim naylon çorap?
Bu tamir sekli herhalde 50'lerde falan çok yaygindi, bütün kadinlar sürekli etek giyerken.
Baska ne demode önerileriniz olabilir? Buzlanmada aküye korsenizi sarin, kaza halinde kabarik
jüponunuzu airbag olarak kullanin!
2004'teyiz kardesim, naylon çorap öyle kirk yilda bir.
Hadi diyelim ki, naylon çorap da giyiyorsun...
TEM'de arabasi bozulmus, yol kenarinda naylon çorabini çikaran bir kadin biraz risk almis olmaz mi
sizce?!
Bence ehliyet kursundaki tüm tamir derslerini unutun ve araba bozulduysa servisi çagirin.
Sinifta toplanirsin, önünde bir arabanin motoru, takim taklavati. Hoca "Bu ne? O ne?" diye sorar, sen
de hatirladigin kadariyla, karbüratör, akü falan diye ezberlediklerini söylersin.
Üç bes soru sorulur, kem küm edilir. Genellikle hoca, kadin ögrencilerin bu kurstan sonra araba
tamircisi olmayacagini da varsayarak bir geçer not verir, is biter. Yani trafik kurallarini ögrendiysen,
arabayi da iyi kullaniyorsan, ehliyeti alirsin.
Bu motor kurslarindan herkesin aklinda sadece bir tek sey kalir: Vantilatör kayisi koparsa, naylon
çorabini çikar onu kullan!
ilk bakista, çok zekice bir çözüm, adeta bir mucize gibi görünebilir, ama pratigini merak ediyorum.
Diyelim ki TEM'de araba kullaniyorsun. Vantilatör kayisin koptu.
Simdi, bir kere vantilatör kayisinin koptugunu nasil anlayacaksin?
Vantilatör nedir, ne ise yarar ki?
Arabadan indin, kaputu açtin, bakiyorsun. Bu kaputu açip bakma, araba bozulmasinin akabinde bir
nevi reflekstir. Yani arabanin kalem pille çalistigini düsünecek tipler bile kaputu açip bir bakar? Acaba ne
görmeyi bekliyorlar? Sanki açinca on, off dügmesi olacak, "Ahh, araba off dügmesindeymis, on'a bastim,
düzeldi" diye tamir edecekler!
Neyse. Vantilatörü buldun, baktin kayis kopmus. Hemen ehliyet kursunu hatirladin, çözüm naylon
çorap.
Bu durumda, mesela benim gibi haftanin alti günü kot giyen nüfusun çogunlugu ne yapacak? Ben
nereden bulayim naylon çorap?
Bu tamir sekli herhalde 50'lerde falan çok yaygindi, bütün kadinlar sürekli etek giyerken.
Baska ne demode önerileriniz olabilir? Buzlanmada aküye korsenizi sarin, kaza halinde kabarik
jüponunuzu airbag olarak kullanin!
2004'teyiz kardesim, naylon çorap öyle kirk yilda bir.
Hadi diyelim ki, naylon çorap da giyiyorsun...
TEM'de arabasi bozulmus, yol kenarinda naylon çorabini çikaran bir kadin biraz risk almis olmaz mi
sizce?!
Bence ehliyet kursundaki tüm tamir derslerini unutun ve araba bozulduysa servisi çagirin.
MARKET KURALLARI
Bütün eglence sekillerimiz kurallara bagli.
Spor salonuna git, kartini göster, havlu al, dolap anahtari al, içeri gir, aletleri kullandiktan sonra havlunla
kurula, anahtari geri ver...
Havuzda yüzeceksen daha da beter, "havuz kurallari" vardir. Ve bunlar, büyük tabelalara yazilidir,
yüzme zevki önceden kaçsin diye:
"Havuzun saatleri sunlardir, girmeden dus aliniz, ayaklarinizi dezenfektanli suda yikayiniz, bone takiniz,
atlamayiniz, ziplamayiniz, eglenmeyiniz, ciddi yüzünüz."
Bazi restoranlarda kravat ve ceket zorunludur. Diskolarin kapilarinda sira beklenir, ikiser üçer alirlar,
bazen eliniz damgalanir. Toplama kampi gibi!
Market kurallari da vardir. Güvenlikten geçtiginiz falan yetmiyormus gibi, paranizla rezil olursunuz.
Paketleri aldiniz, tek bos kasanin önündesiniz:
"Burasi ekspres kasa, üç parçadan fazla almiyoruz." Kurala bak.
Ekspres kasa!
Sen bu kasadan da müsteri al, kuyruklar bitsin, hepsi ekspres kasa olsun. Ayrica ne kadar çok alisveris
yaparsak o kadar iyi müsteri olmaz miyiz? Niye az alisveris yapani tesvik ediyorsun?! Çok alisveris
yapanlara özel "birinci sinif kasa", "prestij kasasi", "altin kasa" falan yapmaniz gerekmiyor mu? Güleryüzlü
kasiyer, alisveris sayilirken, oturacak yer, çay ikrami, isi bilmiyorlar.
Sen orada titriyorsun:
"Bir yogurt, bir portakal suyu, iki paket cips aldim. Acaba cipsler tek parça mi iki parça mi sayilir?"
Hayati kim bu hale getirdi? Almanlar mi? Bunu kim baslatti? Cevap istiyorum.
Spor salonuna git, kartini göster, havlu al, dolap anahtari al, içeri gir, aletleri kullandiktan sonra havlunla
kurula, anahtari geri ver...
Havuzda yüzeceksen daha da beter, "havuz kurallari" vardir. Ve bunlar, büyük tabelalara yazilidir,
yüzme zevki önceden kaçsin diye:
"Havuzun saatleri sunlardir, girmeden dus aliniz, ayaklarinizi dezenfektanli suda yikayiniz, bone takiniz,
atlamayiniz, ziplamayiniz, eglenmeyiniz, ciddi yüzünüz."
Bazi restoranlarda kravat ve ceket zorunludur. Diskolarin kapilarinda sira beklenir, ikiser üçer alirlar,
bazen eliniz damgalanir. Toplama kampi gibi!
Market kurallari da vardir. Güvenlikten geçtiginiz falan yetmiyormus gibi, paranizla rezil olursunuz.
Paketleri aldiniz, tek bos kasanin önündesiniz:
"Burasi ekspres kasa, üç parçadan fazla almiyoruz." Kurala bak.
Ekspres kasa!
Sen bu kasadan da müsteri al, kuyruklar bitsin, hepsi ekspres kasa olsun. Ayrica ne kadar çok alisveris
yaparsak o kadar iyi müsteri olmaz miyiz? Niye az alisveris yapani tesvik ediyorsun?! Çok alisveris
yapanlara özel "birinci sinif kasa", "prestij kasasi", "altin kasa" falan yapmaniz gerekmiyor mu? Güleryüzlü
kasiyer, alisveris sayilirken, oturacak yer, çay ikrami, isi bilmiyorlar.
Sen orada titriyorsun:
"Bir yogurt, bir portakal suyu, iki paket cips aldim. Acaba cipsler tek parça mi iki parça mi sayilir?"
Hayati kim bu hale getirdi? Almanlar mi? Bunu kim baslatti? Cevap istiyorum.
MODERN HAYATIN CILVELERI - MEDENÎ HÂLLER
Simdi artik kart seklinde nüfus cüzdanlari var. Ama yakin zamana kadar böyle degildi.
Defterler vardi. O defterlerde de "medeni hâli" ibaresi, yanina yerlestirilmis küçük bir yildiz yardimiyla
asagida açiklanirdi ve söyle denirdi: "Medeni hâli, yani evli mi bekâr mi, bo-samis mi bosanmis mi?"
Sana ne?!
Bu kadar özel bir soru var mi? Bosamis mi bosanmis mi?
Nüfus cüzdani önüne gelene gösterdigin bir sey.
Mesela uçakla yolculuk yapacaksin, polis bakiyor: "Vaay yenge, demek sen bosadin, helal olsun
gerçekten!"
Baska ögrenmek istediginiz bir sey var mi? Çok kavga ettiniz mi? Niye ayrildiniz? Dügünde takilan
takilari kim aldi? Kayinvalide problemi mi? Genellikle iliskilerde terk eden mi-sinizdir, terk edilen mi?!
Benzeri ahiret sorulari bazi sokak anketlerinde de vardir. Tüketici anketleridir ya bunlar. Zorla
durdururlar: "Iyi günler,
çok kisa bir anketimiz var, birkaç dakikanizi alabilir miyiz?"
Kem küm dersin ve kaybedersin. Baslarlar sormaya: "Çamasir yikarken sabuna ayri, yumusaticiya ayri
zaman mi harcarsiniz, evetse, kaçar dakika, hayirsa, neden? Niye? Ve
nasil?"
"Ben çamasir yikamiyorum, giyip giyip atiyorum," deyip
kaçmak ister insan!
Halbuki ilkokuldaki anket defterleri ne kadar güzeldi. "En sevdiginiz renk", "En sevdiginiz Türk hafif bati
müzigi sanatçisi".
Ben anket diye buna derim. Baska ankete de cevap vermem!
Defterler vardi. O defterlerde de "medeni hâli" ibaresi, yanina yerlestirilmis küçük bir yildiz yardimiyla
asagida açiklanirdi ve söyle denirdi: "Medeni hâli, yani evli mi bekâr mi, bo-samis mi bosanmis mi?"
Sana ne?!
Bu kadar özel bir soru var mi? Bosamis mi bosanmis mi?
Nüfus cüzdani önüne gelene gösterdigin bir sey.
Mesela uçakla yolculuk yapacaksin, polis bakiyor: "Vaay yenge, demek sen bosadin, helal olsun
gerçekten!"
Baska ögrenmek istediginiz bir sey var mi? Çok kavga ettiniz mi? Niye ayrildiniz? Dügünde takilan
takilari kim aldi? Kayinvalide problemi mi? Genellikle iliskilerde terk eden mi-sinizdir, terk edilen mi?!
Benzeri ahiret sorulari bazi sokak anketlerinde de vardir. Tüketici anketleridir ya bunlar. Zorla
durdururlar: "Iyi günler,
çok kisa bir anketimiz var, birkaç dakikanizi alabilir miyiz?"
Kem küm dersin ve kaybedersin. Baslarlar sormaya: "Çamasir yikarken sabuna ayri, yumusaticiya ayri
zaman mi harcarsiniz, evetse, kaçar dakika, hayirsa, neden? Niye? Ve
nasil?"
"Ben çamasir yikamiyorum, giyip giyip atiyorum," deyip
kaçmak ister insan!
Halbuki ilkokuldaki anket defterleri ne kadar güzeldi. "En sevdiginiz renk", "En sevdiginiz Türk hafif bati
müzigi sanatçisi".
Ben anket diye buna derim. Baska ankete de cevap vermem!
TEST EDILMEDI
Biliyorsunuz hem yabanci, hem simdi simdi yerli olsun, parfüm, sprey, krem vs. gibi ürünlerin üzerinde,
çevrecilerin ve hayvan dostlarinin baskisiyla yazilmis iki ibare bulunur.
Bunlardan bir tanesi "ozonla barisik" ibaresidir ki, tamam anladik, yani ozon delici spreylerden degil.
ikinci ibare ise beni hep düsündürmüstür: "Hayvanlar üzerinde test edilmemistir".
Simdi, yanlissam beni düzeltin, bu bilgi bana hep biraz tuhaf gelir. Diyelim ki hayvanlar üzerinde test
edildi. Yani diyelim ki, o ibarenin sembolü olan, (ki hep öyledir, bir tavsan figürü vardir yaninda) o
tavsanin yüzüne, benim nemlendiriciden sürdüler.
Yani tavsana ne zarar verecek benim aloe verali günes korumali nemlendirici yüz kremim? Sivilce mi
yapar? Cildini mi kurutur hayvanin? Nedir yani? Nasil bir test bu? Hayvana yediriyor musunuz kremi?
"Hayvanlar üzerinde test edilmemistir" diyorsa, peki insanlar üzerinde mi test edilmistir? Hani "Fakir
fukaraya sürelim, bir sey olmazsa satariz" gibi bir durum mu var? O zaman da insan haklari örgütlerinin
ayaklanmasi lazim degil mi, "Bu nemlendiriciyi üçüncü dünya ülkelerinden fakir insanlar üzerinde test
edemezsiniz, hepsi sivilce ve siyah nokta oldu, tazminat davasi açacagiz" falan diye?
Demek ki o da yok.
E hayvanlar üzerinde de, insanlar üzerinde de test edilmediyse bu ürün, yani hiç test edilmediyse, o zaman
daha da kötü. Yani ilk kurban ben miyim?!
Bu hayvanlar üzerinde test edilme isinde aydinlatilmak istiyorum. Hangi ürün test ediliyor, hangisi
edilmiyor?
çevrecilerin ve hayvan dostlarinin baskisiyla yazilmis iki ibare bulunur.
Bunlardan bir tanesi "ozonla barisik" ibaresidir ki, tamam anladik, yani ozon delici spreylerden degil.
ikinci ibare ise beni hep düsündürmüstür: "Hayvanlar üzerinde test edilmemistir".
Simdi, yanlissam beni düzeltin, bu bilgi bana hep biraz tuhaf gelir. Diyelim ki hayvanlar üzerinde test
edildi. Yani diyelim ki, o ibarenin sembolü olan, (ki hep öyledir, bir tavsan figürü vardir yaninda) o
tavsanin yüzüne, benim nemlendiriciden sürdüler.
Yani tavsana ne zarar verecek benim aloe verali günes korumali nemlendirici yüz kremim? Sivilce mi
yapar? Cildini mi kurutur hayvanin? Nedir yani? Nasil bir test bu? Hayvana yediriyor musunuz kremi?
"Hayvanlar üzerinde test edilmemistir" diyorsa, peki insanlar üzerinde mi test edilmistir? Hani "Fakir
fukaraya sürelim, bir sey olmazsa satariz" gibi bir durum mu var? O zaman da insan haklari örgütlerinin
ayaklanmasi lazim degil mi, "Bu nemlendiriciyi üçüncü dünya ülkelerinden fakir insanlar üzerinde test
edemezsiniz, hepsi sivilce ve siyah nokta oldu, tazminat davasi açacagiz" falan diye?
Demek ki o da yok.
E hayvanlar üzerinde de, insanlar üzerinde de test edilmediyse bu ürün, yani hiç test edilmediyse, o zaman
daha da kötü. Yani ilk kurban ben miyim?!
Bu hayvanlar üzerinde test edilme isinde aydinlatilmak istiyorum. Hangi ürün test ediliyor, hangisi
edilmiyor?
KEDIYE SAYGI
Yabanci bir atasözü vardir, merak kediyi öldürür derler.
Ben o sekilde ölen bir kedi görmedim. Benim gördüklerim genellikle araba kazasinda gittiler. Ama
kedilerin lüzumsuz bir meraki vardir hakikaten.
Herhangi bir kediyi, bir arkadasinizin olabilir, ömür boyu bakmak için olabilir, ilk evinize getirdiginiz
günü hatirlayin.
Kediler herhangi bir mekâna girdiklerinde ilk is olarak her yeri dolasirlar. "Birinci oda, yatak, koltuk,
masa alti, bilgisayar, kablolar, dolap arkasi; ikinci oda, kanepe, kanepe arkasi" seklinde bir kesif gezisi
baslar. Mutfak, banyo,'balkonlar, balkonlarin baktigi yer...
Ne ariyorsun?
Sen kedi degil misin?
Tuvaletin burasi, maman burada, bu minderde de uyuyacaksin bu kadar. Sanki evi tutacak, bir havalar,
bir seyler.
Zaten herhangi bir kedi bir eve geldigi anda, orasi artik kedinin evi olur, siz misafir konumuna geçersiniz.
Yani artik kedi sizin ev hayvanmiz degildir, siz onun ev insanisinizdir.
Bir bakisi vardir kedinin, kendine bakildigini anladiginda
önce gözlerini size çevirir, bir süre iliklerinizi titreten donuk uzun bir bakis atar, sonra hiçbir sey olmamis
gibi mesela tüylerini yalamaya döner. O esnada herhalde aklindan "Dikti gözünü beni seyrediyor, haddini
bilmiyor, simdi aksam aksam sinirlenmeyeyim, hey Allahim ya" falan gibi bir seyler geçmektedir.
Ben o sekilde ölen bir kedi görmedim. Benim gördüklerim genellikle araba kazasinda gittiler. Ama
kedilerin lüzumsuz bir meraki vardir hakikaten.
Herhangi bir kediyi, bir arkadasinizin olabilir, ömür boyu bakmak için olabilir, ilk evinize getirdiginiz
günü hatirlayin.
Kediler herhangi bir mekâna girdiklerinde ilk is olarak her yeri dolasirlar. "Birinci oda, yatak, koltuk,
masa alti, bilgisayar, kablolar, dolap arkasi; ikinci oda, kanepe, kanepe arkasi" seklinde bir kesif gezisi
baslar. Mutfak, banyo,'balkonlar, balkonlarin baktigi yer...
Ne ariyorsun?
Sen kedi degil misin?
Tuvaletin burasi, maman burada, bu minderde de uyuyacaksin bu kadar. Sanki evi tutacak, bir havalar,
bir seyler.
Zaten herhangi bir kedi bir eve geldigi anda, orasi artik kedinin evi olur, siz misafir konumuna geçersiniz.
Yani artik kedi sizin ev hayvanmiz degildir, siz onun ev insanisinizdir.
Bir bakisi vardir kedinin, kendine bakildigini anladiginda
önce gözlerini size çevirir, bir süre iliklerinizi titreten donuk uzun bir bakis atar, sonra hiçbir sey olmamis
gibi mesela tüylerini yalamaya döner. O esnada herhalde aklindan "Dikti gözünü beni seyrediyor, haddini
bilmiyor, simdi aksam aksam sinirlenmeyeyim, hey Allahim ya" falan gibi bir seyler geçmektedir.
EVCIL HAYVANLARDAN KARINCA
Evde kedi köpek beslemeye pek merakliyiz.
Olabilir, normaldir, benim de mesela kedi besleme tecrübem vardir, kisa da olsa.
Bunlar bir sey degil. Evde yilan besleyen var. Fare besleyen var, ama farkinda olmadan, evi
temizlemeyerek, peyniri ortada birakarak falan degil. Bile bile, kafeste fare besleyen var! Kanimca fare,
yilan falan lüzumsuz ve sevimsizdir. Evde olmaz. Balik ve kus ise çok daha fuzuli hayvanlardir. Kus sürekli
gürültü yapar ve halinden mütemadiyen sikâyet eder. Nasil sikâyet etmesin, altin kafese koymuslar
vatanim demis, böyle nankör bir hayvandir. Besle, büyüt, aman da aman yap, kafesi 14 ayar kaplat, hâlâ
"vatanim"!
Balik zaten hayvan degil. Yani bitkiden biraz daha gelismis bir organizma. 6 saniyede bir sahip ve ev
degistirebilir, çünkü bir öncekini hatirlamaz. Ne gibi bir sevgi bagi bekliyorsun? Kanimca evde beslemeye
en uygun hayvan, bu konuda son derece haksizlik edilen karincalardir.
Karincalar mevsimlik, devremülk sistemiyle bahar ve yaz aylarinda aileler halinde gelir, mutfaga
yerlesirler.
Dikkat ediniz cins kedi köpeklerin, hatta baliklarin bile dolarla satildigi bir ortamda karinca bedavadir.
Ama her seyden
önce temiz hayvandir, yani kediye temiz temiz derler, sonra tuvaletini falan temizlersin, igrenç. Karinca
hakikaten temiz hayvandir. Tuvaleti kokmaz, hatta görünmez, tüy dökmez, piril pirildir.
Son derece de masrafsizdir, ortada biraktiginiz ekmek kirintilariyla bütün koloni doyar. Küçük ve
sempatiktir, zekidir, çaliskandir. Hastalanmaz, veterinerle ugrastirmaz. Çok da düsüncelidir, yanlislikla
veya hunharca öldürülmüs arkadaslarinin yerine hemen yenilerini koyar ki eksikligini hissetmeyin diye. Kis
geldiginde de her seviyeli iliski gibi, isi tadinda birakir, çeker gider.
Karincanin üzerine evcil hayvan tanimam.
Olabilir, normaldir, benim de mesela kedi besleme tecrübem vardir, kisa da olsa.
Bunlar bir sey degil. Evde yilan besleyen var. Fare besleyen var, ama farkinda olmadan, evi
temizlemeyerek, peyniri ortada birakarak falan degil. Bile bile, kafeste fare besleyen var! Kanimca fare,
yilan falan lüzumsuz ve sevimsizdir. Evde olmaz. Balik ve kus ise çok daha fuzuli hayvanlardir. Kus sürekli
gürültü yapar ve halinden mütemadiyen sikâyet eder. Nasil sikâyet etmesin, altin kafese koymuslar
vatanim demis, böyle nankör bir hayvandir. Besle, büyüt, aman da aman yap, kafesi 14 ayar kaplat, hâlâ
"vatanim"!
Balik zaten hayvan degil. Yani bitkiden biraz daha gelismis bir organizma. 6 saniyede bir sahip ve ev
degistirebilir, çünkü bir öncekini hatirlamaz. Ne gibi bir sevgi bagi bekliyorsun? Kanimca evde beslemeye
en uygun hayvan, bu konuda son derece haksizlik edilen karincalardir.
Karincalar mevsimlik, devremülk sistemiyle bahar ve yaz aylarinda aileler halinde gelir, mutfaga
yerlesirler.
Dikkat ediniz cins kedi köpeklerin, hatta baliklarin bile dolarla satildigi bir ortamda karinca bedavadir.
Ama her seyden
önce temiz hayvandir, yani kediye temiz temiz derler, sonra tuvaletini falan temizlersin, igrenç. Karinca
hakikaten temiz hayvandir. Tuvaleti kokmaz, hatta görünmez, tüy dökmez, piril pirildir.
Son derece de masrafsizdir, ortada biraktiginiz ekmek kirintilariyla bütün koloni doyar. Küçük ve
sempatiktir, zekidir, çaliskandir. Hastalanmaz, veterinerle ugrastirmaz. Çok da düsüncelidir, yanlislikla
veya hunharca öldürülmüs arkadaslarinin yerine hemen yenilerini koyar ki eksikligini hissetmeyin diye. Kis
geldiginde de her seviyeli iliski gibi, isi tadinda birakir, çeker gider.
Karincanin üzerine evcil hayvan tanimam.
HAYVANA BULANMA!
Benim hayalimdeki sehir sudur, hayvan mayvan olmayacak.
Neden dersen, gerek yok. Sanki arilar bizim balkondaki tozlu sardunyalardan aldiklari özlerle süper
ballar mi yapacaklar? Kuslarin tek yaptigi zaten arabalarin üzerine pisleyip boyalari bozmak!
Zaten, ben size söyleyeyim, sehre tasman hayvan, kirsal kesimdeki o safligini, masumiyetini kaybediyor,
bir nevi varos hayvani oluyor.
Mesela fareler sehre gelince bir acaip oluyorlar. Hayvan tarladayken findik gibi, seker bir sey. Sehre bir
geliyor, kedi kadar oluyor! Neredeyse sana saldirip yiyecek. O tatli çoban köpekleri sehirde çete olup
sabaha kadar havliyor, gerekirse insani isiriyor.
Iste köyden kente göç, her canliyi bazen böyle dejenere ediyor.
Ben sehir hayvanlarindan sikâyetçiyim arkadas. Sorum su, degistiremiyor muyuz? Mesela, git dag
basina, insanlarin yasamadigi
yerlere, ben Discovery Channel'da seyrediyorum kafadan atmiyorum, penguenler, resim gibi
baliklar, tavuskusla-ri... Neden sokaklarda salak salak uluyan köpekler degil de smokinleriyle saygideger
ve bir metropole yakisir biçimde gezinen penguenler yok?
Veya karasinekleri göndersek de, onlarin yerine renkli kelebeklerden alsak. Yalniz kediler kalabilir,
onlari seviyoruz. Penguenleri tirmalamadiklari sürece bizimle yasayabilirler.
Bunlarin disinda hayvan dedigin tehlikeli bir sey, fazla hasir nesir olmayacaksin.
Neden dersen, gerek yok. Sanki arilar bizim balkondaki tozlu sardunyalardan aldiklari özlerle süper
ballar mi yapacaklar? Kuslarin tek yaptigi zaten arabalarin üzerine pisleyip boyalari bozmak!
Zaten, ben size söyleyeyim, sehre tasman hayvan, kirsal kesimdeki o safligini, masumiyetini kaybediyor,
bir nevi varos hayvani oluyor.
Mesela fareler sehre gelince bir acaip oluyorlar. Hayvan tarladayken findik gibi, seker bir sey. Sehre bir
geliyor, kedi kadar oluyor! Neredeyse sana saldirip yiyecek. O tatli çoban köpekleri sehirde çete olup
sabaha kadar havliyor, gerekirse insani isiriyor.
Iste köyden kente göç, her canliyi bazen böyle dejenere ediyor.
Ben sehir hayvanlarindan sikâyetçiyim arkadas. Sorum su, degistiremiyor muyuz? Mesela, git dag
basina, insanlarin yasamadigi
yerlere, ben Discovery Channel'da seyrediyorum kafadan atmiyorum, penguenler, resim gibi
baliklar, tavuskusla-ri... Neden sokaklarda salak salak uluyan köpekler degil de smokinleriyle saygideger
ve bir metropole yakisir biçimde gezinen penguenler yok?
Veya karasinekleri göndersek de, onlarin yerine renkli kelebeklerden alsak. Yalniz kediler kalabilir,
onlari seviyoruz. Penguenleri tirmalamadiklari sürece bizimle yasayabilirler.
Bunlarin disinda hayvan dedigin tehlikeli bir sey, fazla hasir nesir olmayacaksin.
HAYVANLAR ÂLEMI - DOGAYI KORUYALIM MI?
Dogayi korumak iyi de, doganin hangi bölümlerini koruyacagimiza kim karar verecek?
Bir hayvanin neslinin tükenmesi niye o kadar fena, örnegin? Mesela dinozorlarin nesli tükenmis, çok mu
üzgünüz? Yaa, simdi Taksim meydaninda Beyazit'ta falan dolassaydi söyle üç bes tane, kafelerden halki
avuç avuç yiye yiye, degil mi?
Mesela ben belgesellerde görüyorum bazen, "Iste bu kusun nesli tükenmek üzere" falan deniyor aci aci.
Görülen kus ise, dünyanin en çirkin yaratigi! Ecis bücüs bir sey ve anladigim kadariyla da kendine bile
hayri yok.
Mesela, yarasanin da nesli tükense, kafami kaldirip suratina bakmam, sinir seyler.
Yani bütün hayvanlari nesilleri tükenmeden kurtaracak-sak, gerçekten bütüüün hayvanlar olmasi
konusunda kararli miyiz?
Mesela kalorifer böcekleri! Dogalgaza ve yavas yavas yerden isitmaya geçtigimize göre, kalorifer
böcekleri nesillerinin tükenme tehlikesiyle karsi karsiyadir. Lütfen bunlari alip evde besleyelim, büyütelim!
(Yaa, tabii böyle igrenç taraflari da olacak, dogayi korumak kolay mi, hayvanlar arasinda ayirim yapmak
yok.)
Mesela sivrisineklerin nesli tükenmeye yüz tutsa, yakalayip sivrisinekleri çiftlestirip üretme çiftligi mi
kuracagiz? Do-gasever aileler üçer beser evlat mi edinecekler sivrisinekleri, Van kedisi gibi? "Bizde üç
tane var, daha dün gece vinn diye böyle sabaha kadar seyaptilar. Insallah bunlar gelecek sene 1200 tane
falan olacaklar. Banyoda küvetin içinde bataklik yaptik, orada bakiyoruz. Çok tatlilar, böyle sivri sivri,
yazik. Dogayi çok seviyoruz ailecek."
Dilerseniz bir kural koyalim, doganin sadece sempatik unsurlarini koruyalim, gerisini salla gitsin.
MAYMUNLARDAN KORKUN
Maymunlara büyük haksizlik ediliyor kanimca.
Sürekli küfür gibi kullaniyoruz hayvanlari: "Ay maymun olduk valla", "Maymun suratli çirkin bir sey"
falan. Kediye köpege hiç böyle degiliz.
Sizce ne var bu düsmanligin altinda?
Maymunun, biliyorsunuz, karsisina geçtiginde, hayvan sen ne yaparsan aynisini yapiyor. Elma soy,
kafani kasi, kulaklarini tut, aynisi.
Bununla ilgili bir korkumuz olabilir mi?
Kisacik bir egitimle maymun bizim yaptigimiz her seyi niye yapmasin? Bir kere seyrettigini bir daha
unutmuyor hayvan, çok korkutucu. Asagiladigimiz gibi, evlerde mevlerde de pek bulundurmuyoruz bak.
Diyelim ki saldik hayvanlari, aramizda kediler köpekler gibi yasiyorlar.
Ne olacak?
"Patron, ben gelecek senenin bütçesini pazartesi çikar-sam?"
"Gerek kalmadi zaten, Çita halletti!"
"Çita mi?"
"Evet. Dün seni seyretmis ögrenmis. Aynisini yapti. Biz de zaten haftaya biraz isten çikarma
düsünüyoruz."
Biteriz hepimiz. Seyrederler, beyin ameliyati yaparlar, hiç belli olmaz. Ayrica da uzaya giden maymun
sayisi, insan sayisindan daha fazla. Yani bizden çok daha görgülü bir cins sayilabilirler!
Bence maymunlardan ödümüz patliyor ama farkinda degiliz.
Bir hayvanin neslinin tükenmesi niye o kadar fena, örnegin? Mesela dinozorlarin nesli tükenmis, çok mu
üzgünüz? Yaa, simdi Taksim meydaninda Beyazit'ta falan dolassaydi söyle üç bes tane, kafelerden halki
avuç avuç yiye yiye, degil mi?
Mesela ben belgesellerde görüyorum bazen, "Iste bu kusun nesli tükenmek üzere" falan deniyor aci aci.
Görülen kus ise, dünyanin en çirkin yaratigi! Ecis bücüs bir sey ve anladigim kadariyla da kendine bile
hayri yok.
Mesela, yarasanin da nesli tükense, kafami kaldirip suratina bakmam, sinir seyler.
Yani bütün hayvanlari nesilleri tükenmeden kurtaracak-sak, gerçekten bütüüün hayvanlar olmasi
konusunda kararli miyiz?
Mesela kalorifer böcekleri! Dogalgaza ve yavas yavas yerden isitmaya geçtigimize göre, kalorifer
böcekleri nesillerinin tükenme tehlikesiyle karsi karsiyadir. Lütfen bunlari alip evde besleyelim, büyütelim!
(Yaa, tabii böyle igrenç taraflari da olacak, dogayi korumak kolay mi, hayvanlar arasinda ayirim yapmak
yok.)
Mesela sivrisineklerin nesli tükenmeye yüz tutsa, yakalayip sivrisinekleri çiftlestirip üretme çiftligi mi
kuracagiz? Do-gasever aileler üçer beser evlat mi edinecekler sivrisinekleri, Van kedisi gibi? "Bizde üç
tane var, daha dün gece vinn diye böyle sabaha kadar seyaptilar. Insallah bunlar gelecek sene 1200 tane
falan olacaklar. Banyoda küvetin içinde bataklik yaptik, orada bakiyoruz. Çok tatlilar, böyle sivri sivri,
yazik. Dogayi çok seviyoruz ailecek."
Dilerseniz bir kural koyalim, doganin sadece sempatik unsurlarini koruyalim, gerisini salla gitsin.
MAYMUNLARDAN KORKUN
Maymunlara büyük haksizlik ediliyor kanimca.
Sürekli küfür gibi kullaniyoruz hayvanlari: "Ay maymun olduk valla", "Maymun suratli çirkin bir sey"
falan. Kediye köpege hiç böyle degiliz.
Sizce ne var bu düsmanligin altinda?
Maymunun, biliyorsunuz, karsisina geçtiginde, hayvan sen ne yaparsan aynisini yapiyor. Elma soy,
kafani kasi, kulaklarini tut, aynisi.
Bununla ilgili bir korkumuz olabilir mi?
Kisacik bir egitimle maymun bizim yaptigimiz her seyi niye yapmasin? Bir kere seyrettigini bir daha
unutmuyor hayvan, çok korkutucu. Asagiladigimiz gibi, evlerde mevlerde de pek bulundurmuyoruz bak.
Diyelim ki saldik hayvanlari, aramizda kediler köpekler gibi yasiyorlar.
Ne olacak?
"Patron, ben gelecek senenin bütçesini pazartesi çikar-sam?"
"Gerek kalmadi zaten, Çita halletti!"
"Çita mi?"
"Evet. Dün seni seyretmis ögrenmis. Aynisini yapti. Biz de zaten haftaya biraz isten çikarma
düsünüyoruz."
Biteriz hepimiz. Seyrederler, beyin ameliyati yaparlar, hiç belli olmaz. Ayrica da uzaya giden maymun
sayisi, insan sayisindan daha fazla. Yani bizden çok daha görgülü bir cins sayilabilirler!
Bence maymunlardan ödümüz patliyor ama farkinda degiliz.
Tek rakibim Ajdar!
Essiz sanatçi, büyük usta, dev yaratici Ajdar'i hayranlikla alkislarken bir yandan da düsünüyorum: Acaba
dogru sektörde miyim?
Ajdar'in hayrani, hastasi ve izleyicisiyim.
Biliyorsunuz ünlüler birbirleri için her firsatta böyle iyi seyler söylemezler. Ancak söz konusu sanatçi
Sezen Aksu, Hülya Avsar, Türkan Soray gibi artik söhreti, star'lik konumu, seni kat kat asmis biriyse,
övgüler yagdirmakta bir sakinca yoktur.
Demek ki, benim taninmisligimla karsilastirilmayacak kadar çok söhretli biri için, hayranligimi
belirtmemde, sanatçi karizmam açisindan bir sakinca yok.
Zira Ajdar, su anda Türkiye'de benden çok daha meshur bir televizyon yildizidir!
Var mi itirazi olan?
Ayni hafta içinde Metin Uca'ya, Güzel ve Çirkin Sov'a, Hülya Avsar'a, Beyaz'a, Seda Sayan'a, Serdar
Ortaç'a çikabil-dim mi ben?
Daha dogrusu sorumuz su olmali: Kim yapabildi bunu?
Tabii benim Ajdar'a olan hayranligim müzik konusunda
degil. Gerçi basta "Nane Nane, Sahaneyim Sahane" olmak üzere, gerek "Alirim senden sonraaa, tüm
yetkimiü" diye giden ismini bilmedigim parçasi, gerek Hülya Avsar için yazilmis eser, bence bir daha esi
benzeri yazilamayacak düzeyde.
Ama Ajdar'in sovmenlik yetenekleri, müzik alanindaki çalismalarini çok geride birakiyor.
Hani Jennifer Lopez'in aslinda çok iyi bir dansçi olmasinin, oyunculuk ve sarkiciligiyla gölgede kalmasi
gibi!
Ben Ajdar'i mizah ve sovmenlik alaninda bir ilk olarak görüyorum.
Simdiye kadar ortaya çikmis bütün televizyon yildizlarinin sasirtici özelliklerine ve hatta daha fazlasina
sahip.
Bir kere önceden yazilmis bir metin olmadan, dogaçlama sov yapiyor, ki bu çok az insanda bulunan bir
yetenektir. Benim anlattiklarimin çogu, önceden yazdigim metinlere dayanir mesela. Elimizden bu kadari
geliyor.
Her televizyon yildizinda bir "yegânelik" olmali. Baska bir ünlüye benzerseniz, bastan kaybettiniz. Ajdar,
gerek sesi, gerek dansi, gerek durusuyla hiç kimseye benzemiyor! Tamamen orijinal!
Ayrica bir "beklenmediklik", sürprizlerle dolu olma özelligi de var Ajdar'da. Hangi programda, ne
zaman ne yapacagim bilmiyorsunuz. Programin evsahibini sevecek mi? Sevmeyecek mi? Hangi sarkisini
söyleyecek? Ne diyecek?
Ajdar, ayni zamanda orkestrayla prova yapmadan çikan ender isimlerden. Sarkinin temposu bile
önceden, hatta sarki devam ederken kestirilemiyor. Her an her sey olabilir.
Seyirci bu adrenalini kimle yasiyor? Cem Yilmaz? Yilmaz Erdogan? Beyaz? Hiçbiri. Sadece Ajdar!
Yaaa, n'aber?
Ajdar'in seyirciyle iliskisi de öyle bizim alistigimiz "Beni siz var ettiniz" kivaminda degil. Gerektiginde
gülen, alkislamayan olursa sertçe azarliyor. Bazen toptan firça çekiyor. Okan Bayülgen'in ilk çikis
zamanlarini andirsa da, Okan'dan çok daha inis çikisli, daha gergin bir tavri var. Sebepsiz, ani
sinirlenebiliyor, "Simdi arbede çikacak" diye zap yapamiyorsunuz.
Ve tabii, bu kadar özelligin bir araya gelmesinin vazgeçilmez sonucu: Her büyük starda farkli ölçülerde
olan megalomani. Hülya Avsar'in "En güzel benim" demesi, Tarkan'in "Ben dünya stariyim" açiklamalari
gibi. Ki starin özelligidir de, biraz kendini begenmis olmak. Ajdar her firsatta "Ben Türkiye'nin
popstariyim, benden büyügü yok, siz ne derseniz deyin, herkes bana bayiliyor" seklinde konusuyor.
Haklidir. Az bile söylemistir!
Bir kez daha Ajdar'i alkislarken, bu is böyle giderse, televizyon dünyasindaki yolculugumda nereye
varirim, böylesi yeteneklerle nasil bas ederim diye de düsünmeden geçemiyorum.
Iyi olan kazansin!
dogru sektörde miyim?
Ajdar'in hayrani, hastasi ve izleyicisiyim.
Biliyorsunuz ünlüler birbirleri için her firsatta böyle iyi seyler söylemezler. Ancak söz konusu sanatçi
Sezen Aksu, Hülya Avsar, Türkan Soray gibi artik söhreti, star'lik konumu, seni kat kat asmis biriyse,
övgüler yagdirmakta bir sakinca yoktur.
Demek ki, benim taninmisligimla karsilastirilmayacak kadar çok söhretli biri için, hayranligimi
belirtmemde, sanatçi karizmam açisindan bir sakinca yok.
Zira Ajdar, su anda Türkiye'de benden çok daha meshur bir televizyon yildizidir!
Var mi itirazi olan?
Ayni hafta içinde Metin Uca'ya, Güzel ve Çirkin Sov'a, Hülya Avsar'a, Beyaz'a, Seda Sayan'a, Serdar
Ortaç'a çikabil-dim mi ben?
Daha dogrusu sorumuz su olmali: Kim yapabildi bunu?
Tabii benim Ajdar'a olan hayranligim müzik konusunda
degil. Gerçi basta "Nane Nane, Sahaneyim Sahane" olmak üzere, gerek "Alirim senden sonraaa, tüm
yetkimiü" diye giden ismini bilmedigim parçasi, gerek Hülya Avsar için yazilmis eser, bence bir daha esi
benzeri yazilamayacak düzeyde.
Ama Ajdar'in sovmenlik yetenekleri, müzik alanindaki çalismalarini çok geride birakiyor.
Hani Jennifer Lopez'in aslinda çok iyi bir dansçi olmasinin, oyunculuk ve sarkiciligiyla gölgede kalmasi
gibi!
Ben Ajdar'i mizah ve sovmenlik alaninda bir ilk olarak görüyorum.
Simdiye kadar ortaya çikmis bütün televizyon yildizlarinin sasirtici özelliklerine ve hatta daha fazlasina
sahip.
Bir kere önceden yazilmis bir metin olmadan, dogaçlama sov yapiyor, ki bu çok az insanda bulunan bir
yetenektir. Benim anlattiklarimin çogu, önceden yazdigim metinlere dayanir mesela. Elimizden bu kadari
geliyor.
Her televizyon yildizinda bir "yegânelik" olmali. Baska bir ünlüye benzerseniz, bastan kaybettiniz. Ajdar,
gerek sesi, gerek dansi, gerek durusuyla hiç kimseye benzemiyor! Tamamen orijinal!
Ayrica bir "beklenmediklik", sürprizlerle dolu olma özelligi de var Ajdar'da. Hangi programda, ne
zaman ne yapacagim bilmiyorsunuz. Programin evsahibini sevecek mi? Sevmeyecek mi? Hangi sarkisini
söyleyecek? Ne diyecek?
Ajdar, ayni zamanda orkestrayla prova yapmadan çikan ender isimlerden. Sarkinin temposu bile
önceden, hatta sarki devam ederken kestirilemiyor. Her an her sey olabilir.
Seyirci bu adrenalini kimle yasiyor? Cem Yilmaz? Yilmaz Erdogan? Beyaz? Hiçbiri. Sadece Ajdar!
Yaaa, n'aber?
Ajdar'in seyirciyle iliskisi de öyle bizim alistigimiz "Beni siz var ettiniz" kivaminda degil. Gerektiginde
gülen, alkislamayan olursa sertçe azarliyor. Bazen toptan firça çekiyor. Okan Bayülgen'in ilk çikis
zamanlarini andirsa da, Okan'dan çok daha inis çikisli, daha gergin bir tavri var. Sebepsiz, ani
sinirlenebiliyor, "Simdi arbede çikacak" diye zap yapamiyorsunuz.
Ve tabii, bu kadar özelligin bir araya gelmesinin vazgeçilmez sonucu: Her büyük starda farkli ölçülerde
olan megalomani. Hülya Avsar'in "En güzel benim" demesi, Tarkan'in "Ben dünya stariyim" açiklamalari
gibi. Ki starin özelligidir de, biraz kendini begenmis olmak. Ajdar her firsatta "Ben Türkiye'nin
popstariyim, benden büyügü yok, siz ne derseniz deyin, herkes bana bayiliyor" seklinde konusuyor.
Haklidir. Az bile söylemistir!
Bir kez daha Ajdar'i alkislarken, bu is böyle giderse, televizyon dünyasindaki yolculugumda nereye
varirim, böylesi yeteneklerle nasil bas ederim diye de düsünmeden geçemiyorum.
Iyi olan kazansin!
Balik burcu kadinlari, birlesin!
Istemiyorum kardesim! Balik burcu olmaktan istifa ediyorum. Ne bu be? Agzimla kus tutsam karizma
sifir. Bak aglarim ha!
Yüzlerce zarf, basin bülteni, mektup vesairenin içinden çikip bana siritiverdi. "Burçlar Kitabi", by Sevinç
Aksoy!
Astroloji tuhaf bir sey. Gazetede zaman zaman en sevdigin köse yazarini okumaya üsenirsin de, burcuna
illa ki bir bakarsin.
Hayir gazeteci olmasam, o burç sayfasinin nasil yazildigini bilmesem tamam da...
Kimi yayinlar çok ciddidir bu konuda. Mesela zamaninda, Yasemin Boran, Aktüel dergisine gelir, bir
sürü, kalin, Harry Potter filminden çikmis görünümlü kitap ve tarot kartlariyla saatlerce çalisip öyle yazardi
kösesini.
Ben Bazaar'i çikartirken, yurtdisindan, ünlü bir Amerikali astrologdan gelirdi burç sayfamiz. Tercüme
eder, koyardik.
Bir sayimizda gecikti. Faks bir türlü gelmiyor. Dergi de erken çikacak. Hayal gücü ve yaraticiligina en
güvendigim arkadasima yükledim o ay burç sayfasini! Hem de kitap ve/veya tarot kâgidina ihtiyaç
duymadan! O da dergideki kizlari
baz alarak zevkle kaleme aldi. Kova burcu bir arkadasimiz sevgilisinden mi ayrilmis mesela. "Iliskinizin
bitmesi dünyanin sonu degil, ayin on yedisinden sonra yeni asklara hazirlikli olun" falan diyordu o ay
dergide.
Sohbetlerde de en vakit kaybettirici konudur astroloji konusu. Bir is toplantisinda falan, durup dururken
mesela hobilerinizden, rahatsizliklarinizdan, hatta çocuklarinizdan bahsetseniz, garip kaçar. Bir iki
dakikada sohbet kapatilir, konuya dönülür. Ama burç öyle degildir.
"Siz hangi burçsunuz?" cümlesiyle baslayan sohbet sonsuza dek sürebilir.
"Ay ben de lkizler'im."
"Inanmiyorum, sen hiç Ikizler gibi degilsin, Ikizler biraz dengesiz olur!"
"Hayir Terazi dengesiz olur. Benim annem Terazi'dir mesela. Tam yani!"
"Benim kuzenimin karisi Terazi, hiç dengesiz degildir
ama!"
Is yükselen burç seviyesine düstüyse, o toplantidan hayir beklemeyin bence. Çikin, gezin, çay bahçesine
falan gidin. Nasilsa is yapilmayacaktir artik.
"Ama o zaman onun yükseleni baska bir seydir."
"Biliyor musunuz, benim hem normal burcum, hem yükselenim Basak!"
"Ay inanmiyoruuum, benim kocam Basaaaak! Nasil titiz,
nasil titiz. Sen titiz misindir?"
Yeteeeeeeerü!
Öfkem sebepsiz degil tabii.
Burç konusunda azicik ezigim.
Balik burcuyum da.
Böyle sohbetlerde "zavalli" muamelesi görmeye alistim artik. Hani astroloji muhabbetinden kaçtigim
sürece, g.a.g.'daki mangalda kül birakmayan, kisilikli, haha hihi kadin olarak toplumda yerim sahane! Gel
gör ki, burcumu açikladigim anda
karizma sifira iniyor! "Ben hem öksüz, hem yetimim", ne bileyim "bir bacagim takma" etkisi yapiyor
çevrede. Herkes acima, sefkat ve hayal kirikligi dolu gözlerle süzüyor beni.
Neredeyse "Olsun, hayat yine de güzel", "Bosveeer, Allah saglik versin" falan diyecekler.
Bilmeyenler için söyleyeyim, Balik burcu en enayi burçtur. Güya sanatçi manatçi, hayal gücü genis falan
derler ama, genel olarak tüm uyusturucu bagimlilari, depresif tipler, psikolojik rahatsizliklari olanlar,
söylenenlere göre bu burçtan çikar. Duygusal, sulugöz, hatta "bulanik zekâli" oldugumuz bile söylenir.
Gerçekle hayal dünyasi arasindaki ayirimi yapamayan, kararsiz, içine kapanik, kirilgan insanlar, astrolojik
kaynaklara göre, bu burçtan çikar.
Burcumla asla hava atamadim. Isterdim ki bir Akrep olayim mesela. Onlar da sevilmez ama bir havalari
vardir yani. Akrep oldugunu söyleyen insandan, ne kadar salak görünürse görünsün, bir hinlik cinlik
beklersin!
Aslan burcu da olabilirdim örnegin. O daha da iyidir. Lider mider.
Kismet degilmis iste. Insan tahtini yapiyor, bahtini yapamiyor. Çalis çabala, okullar bitir, programlar
yap, kendini parala, neye yarar? "Baliksin sen, balik kal" durumu var bir kere.
Birkaç kez "Benim yükselenim Akrep" diye kafadan atmis-ligim var ama... Yalan tabii. Yükselenimi
bilmiyorum. Çünkü annemler saat kaçta dogdugumu tam olarak hatirlamiyorlar! "Sabaha karsi bes-alti
miydi neydi" gibi bir ifade kullandi annem geçen gün. Ilk sorusumda da "Gece yarisini biraz geçiyordu"
demisti. Ama bu ilgisizlik karsisinda hassasiyet gösterip burcuma yenik düsmeyecegim!
Sorun su ki, yükselen burcum meçhul!
Sevinç Aksoy'un eserinde de Balik kadim su cümlelerle anlatilmis: "Burçlarin içinde en kirilgan kadindir.
En çok aglayan, gözyasi döken kadin bu burçtandir." Haydaaa!
Devami daha beter:
"Esi hissetmeden ona hükmeder, aglayarak, gözyaslari ile ona istediklerini yaptirir, en iyi silahi
çaresizligidir!"
Ben bu kadini tanisam islak odunla döverim! En sevmedigim insan tipidir! Kadere bak.
"Balik kadini zor mücadeleler veremez. O en iyisi ev kadini ve annedir. (Hasbinallah!) Kendisinden
beklenen eger yardim ve özveri ise, bu mesleklerde basarilidir, örnegin yuva hocaligi gibi."!
Beni yuva hocasi olarak düsünebiliyor musunuz? Güler misin, aglar misin?
Yok kardesim, istemiyorum. Balik burcu olmak istemiyorum. Burcumu degistirecegim.
Bundan sonra ben Akrep burcuyum, yükselenim de Aslan. Böyle biline.
sifir. Bak aglarim ha!
Yüzlerce zarf, basin bülteni, mektup vesairenin içinden çikip bana siritiverdi. "Burçlar Kitabi", by Sevinç
Aksoy!
Astroloji tuhaf bir sey. Gazetede zaman zaman en sevdigin köse yazarini okumaya üsenirsin de, burcuna
illa ki bir bakarsin.
Hayir gazeteci olmasam, o burç sayfasinin nasil yazildigini bilmesem tamam da...
Kimi yayinlar çok ciddidir bu konuda. Mesela zamaninda, Yasemin Boran, Aktüel dergisine gelir, bir
sürü, kalin, Harry Potter filminden çikmis görünümlü kitap ve tarot kartlariyla saatlerce çalisip öyle yazardi
kösesini.
Ben Bazaar'i çikartirken, yurtdisindan, ünlü bir Amerikali astrologdan gelirdi burç sayfamiz. Tercüme
eder, koyardik.
Bir sayimizda gecikti. Faks bir türlü gelmiyor. Dergi de erken çikacak. Hayal gücü ve yaraticiligina en
güvendigim arkadasima yükledim o ay burç sayfasini! Hem de kitap ve/veya tarot kâgidina ihtiyaç
duymadan! O da dergideki kizlari
baz alarak zevkle kaleme aldi. Kova burcu bir arkadasimiz sevgilisinden mi ayrilmis mesela. "Iliskinizin
bitmesi dünyanin sonu degil, ayin on yedisinden sonra yeni asklara hazirlikli olun" falan diyordu o ay
dergide.
Sohbetlerde de en vakit kaybettirici konudur astroloji konusu. Bir is toplantisinda falan, durup dururken
mesela hobilerinizden, rahatsizliklarinizdan, hatta çocuklarinizdan bahsetseniz, garip kaçar. Bir iki
dakikada sohbet kapatilir, konuya dönülür. Ama burç öyle degildir.
"Siz hangi burçsunuz?" cümlesiyle baslayan sohbet sonsuza dek sürebilir.
"Ay ben de lkizler'im."
"Inanmiyorum, sen hiç Ikizler gibi degilsin, Ikizler biraz dengesiz olur!"
"Hayir Terazi dengesiz olur. Benim annem Terazi'dir mesela. Tam yani!"
"Benim kuzenimin karisi Terazi, hiç dengesiz degildir
ama!"
Is yükselen burç seviyesine düstüyse, o toplantidan hayir beklemeyin bence. Çikin, gezin, çay bahçesine
falan gidin. Nasilsa is yapilmayacaktir artik.
"Ama o zaman onun yükseleni baska bir seydir."
"Biliyor musunuz, benim hem normal burcum, hem yükselenim Basak!"
"Ay inanmiyoruuum, benim kocam Basaaaak! Nasil titiz,
nasil titiz. Sen titiz misindir?"
Yeteeeeeeerü!
Öfkem sebepsiz degil tabii.
Burç konusunda azicik ezigim.
Balik burcuyum da.
Böyle sohbetlerde "zavalli" muamelesi görmeye alistim artik. Hani astroloji muhabbetinden kaçtigim
sürece, g.a.g.'daki mangalda kül birakmayan, kisilikli, haha hihi kadin olarak toplumda yerim sahane! Gel
gör ki, burcumu açikladigim anda
karizma sifira iniyor! "Ben hem öksüz, hem yetimim", ne bileyim "bir bacagim takma" etkisi yapiyor
çevrede. Herkes acima, sefkat ve hayal kirikligi dolu gözlerle süzüyor beni.
Neredeyse "Olsun, hayat yine de güzel", "Bosveeer, Allah saglik versin" falan diyecekler.
Bilmeyenler için söyleyeyim, Balik burcu en enayi burçtur. Güya sanatçi manatçi, hayal gücü genis falan
derler ama, genel olarak tüm uyusturucu bagimlilari, depresif tipler, psikolojik rahatsizliklari olanlar,
söylenenlere göre bu burçtan çikar. Duygusal, sulugöz, hatta "bulanik zekâli" oldugumuz bile söylenir.
Gerçekle hayal dünyasi arasindaki ayirimi yapamayan, kararsiz, içine kapanik, kirilgan insanlar, astrolojik
kaynaklara göre, bu burçtan çikar.
Burcumla asla hava atamadim. Isterdim ki bir Akrep olayim mesela. Onlar da sevilmez ama bir havalari
vardir yani. Akrep oldugunu söyleyen insandan, ne kadar salak görünürse görünsün, bir hinlik cinlik
beklersin!
Aslan burcu da olabilirdim örnegin. O daha da iyidir. Lider mider.
Kismet degilmis iste. Insan tahtini yapiyor, bahtini yapamiyor. Çalis çabala, okullar bitir, programlar
yap, kendini parala, neye yarar? "Baliksin sen, balik kal" durumu var bir kere.
Birkaç kez "Benim yükselenim Akrep" diye kafadan atmis-ligim var ama... Yalan tabii. Yükselenimi
bilmiyorum. Çünkü annemler saat kaçta dogdugumu tam olarak hatirlamiyorlar! "Sabaha karsi bes-alti
miydi neydi" gibi bir ifade kullandi annem geçen gün. Ilk sorusumda da "Gece yarisini biraz geçiyordu"
demisti. Ama bu ilgisizlik karsisinda hassasiyet gösterip burcuma yenik düsmeyecegim!
Sorun su ki, yükselen burcum meçhul!
Sevinç Aksoy'un eserinde de Balik kadim su cümlelerle anlatilmis: "Burçlarin içinde en kirilgan kadindir.
En çok aglayan, gözyasi döken kadin bu burçtandir." Haydaaa!
Devami daha beter:
"Esi hissetmeden ona hükmeder, aglayarak, gözyaslari ile ona istediklerini yaptirir, en iyi silahi
çaresizligidir!"
Ben bu kadini tanisam islak odunla döverim! En sevmedigim insan tipidir! Kadere bak.
"Balik kadini zor mücadeleler veremez. O en iyisi ev kadini ve annedir. (Hasbinallah!) Kendisinden
beklenen eger yardim ve özveri ise, bu mesleklerde basarilidir, örnegin yuva hocaligi gibi."!
Beni yuva hocasi olarak düsünebiliyor musunuz? Güler misin, aglar misin?
Yok kardesim, istemiyorum. Balik burcu olmak istemiyorum. Burcumu degistirecegim.
Bundan sonra ben Akrep burcuyum, yükselenim de Aslan. Böyle biline.
Daktir Bilal moda dünyasinda!
Aman hayat ne rahat. Ne bos, ne hafif. Doktor Bilal'den davetiye gelmis. Gül gül gül... Ilahi sevgili
okuyucular, vallahi hiç gülecegim yoktu. Ay sus bak, katilacagim!
Nasil gevsek ve gevrek bir günümdeyim anlatamam.
Son birkaç aydir gün be gün, saat be saat programim belliydi. Otur yaz, git çek, eve gel, tekrar otur
yaz...
Dün, hayatin böyle geçmeyecegini anladim ve depresyonla karisik bir sürmenajin esigine gelmisken,
bugünlük kendime tatil verdim.
Bu yaziyi yazdiktan sonra da alisveris, ögle yemegi, arkadaslarla "dirink" alma, oh ne güzel lay lay lom
gibi bir programim var.
Nisantasi'ndaki Beymen'in kahvesine de gidecegim. "Herkesler" oradaymis. "Yikiliyomus!" Geçen gün
disaridan baktim, kapida kuyruk vardi. Sizin için orada gözlem yapacagim. Sonra belki yazarim. Ama
canim isterse, havami bulursam. Bugün böyle, keyfimin kâhyasi izin yapiyor.
Öyle bir gevsemisim ki, sanki dünya da benimle gevsemis.
Bir davetiye gelmis örnegin. Bir saat ona güldüm. Yeni bir butik açilisi. Sik bir yer gibi görünüyor.
Galiba ev esyasi da satiyorlar.
"Alber Home" adinda. Firmanin sahipleri zarfin içine kartlarini da koymuslar. Üstte dükkânin
logosu, altta telefonlar, sube adresleri falan, çok profesyonel. Kartlarin birinde Gülay Evren ismi var.
Ötekinde, "Dr. Bilal" yaziyor!
Hani Bodrum'da yillardir sahneye çikan ünlü sarkici Doktor Bilal.
Bilal Bey ortagi oldugu firmanin kartina, zannederim prestij olsun diye soyadiyla moyadiyla "Bilal
Bilmemkim" degil de, sahne ismini yazmis. "Vaaay, bak Doktor Bilal'in dükkâniy-mis, kesin açilisina
katilmaliyim" derim diye belki.
Bu arada "Dr. Bilal'in" doktorlugu harbi! Hani "Kusum Ay-din"m kus olmamasi gibi bir durum degil.
Adam gerçekten tip fakültesi mezunu. Hatta belki doktorluk da yapiyordur. Onun için unvanini gururla
kullaniyor.
Fakat beni asil kopartan, daha tatil saatlerine girmeden günümü gün eden, "Dr. Bilal" ibaresi. Yani
"doktor" degil de, "Daktir Bilal" durumu. Bir Amerikan acil servis dizisi gözümün önüne geliyor, basrolde
Daktir Bilal.
"Daktir, çete kavgasi, 16 yaslarinda, zenci, hizla kan kaybediyor, ameliyathaneden bekleniyorsunuz!"
"Ah canim, yazik çocuga... Ameliyathanenin de renkleri pek sogukmus. Suraya gülkurusu ipek saten bir
perde, ne bileyim, bizim Alber Home'dan hos bir abajur koysak. Al sekerim, ben hallettim, sen dikiver.
Aah, ah, dertleri zevk edindim, haydi efendim, hep beraber!"
Biliyorsunuz tip okuyup baska baska meslekler yapan çok insan var. Birçogu sanat dünyasina giriyor,
bir daha çikamiyor örnegin.
Doktor-sanatçilardan biri de Mustafa Altioklar. Simdi Dr. Bilal'den bahsederken, en az o kartvizit kadar
güldügüm bir fotografi geldi aklima Mustafa'nin.
Üç bes sene önce. Mustafa, Agir Roman'i falan çekmis, popülerliginin tepe noktasinda. Kendisiyle
röportaj yapmayan kadin dergisi satmiyor.
Fakat gazetelerden biri, artik sorutabilecek tüm sorularin sorulduguna karar vermis olacak ki, bir de Dr.
Mustafa'yi görmek istemisler.
Mustafa Altioklar ciddi ciddi doktorluk yapmaya devam ediyor bir yandan. Fizik tedavi üzerine uzman
üstelik.
Gazete hastaneye gidip Mustafa'yla bir saglik röportaji yapmis. Boyun agrilari neden olur, nasil iyilesir,
yük tasirken dikkat edilmesi gerekenler falan, her sey var. Röportajin göbegindeki fotografta da, o
dönemlerde her gün birbirinden muazzam kadinlarla resimleri çikan Mustafa'yi bu defa baska bir durumda
görüyoruz.
Bir selale gibi omuzlarindan dökülen saçlari, bu sefer doktor önlügüne dökülüyor! Karizma tamam. Her
zamanki klark bakislarla objektife bakilmis ve el, "iyilestirme anini" vurgulamak için, sedyede yatan hanim
hastanin bacaginda.
Ancak hanim, alistigimiz amazonlardan degil! 60'larmda, oldukça kilolu; ve varis çoraplari giymis
bacaklarindan birini Mustafa tutuyor! Yani normal sartlarda hanimin yerine bir manken kizimiz olsa,
bayagi seksi bir fotograf çikabilir. Ama Mustafa'nin o varis çorapli bacagi iki parmagiyla egreti egreti
tutusunu, objektife bakisinin seksapeliyle ayni anda gördügünüzde, fotografin bir mizah basyapiti oldugu
da gözden kaçmiyor!
Tabii, Allah da benim dilime düsürmesin. Özellikle böyle "rölaks" günlerimde!
Aksam ne yapsam acaba? Dr. Bilal'e falan mi gitsem?..
okuyucular, vallahi hiç gülecegim yoktu. Ay sus bak, katilacagim!
Nasil gevsek ve gevrek bir günümdeyim anlatamam.
Son birkaç aydir gün be gün, saat be saat programim belliydi. Otur yaz, git çek, eve gel, tekrar otur
yaz...
Dün, hayatin böyle geçmeyecegini anladim ve depresyonla karisik bir sürmenajin esigine gelmisken,
bugünlük kendime tatil verdim.
Bu yaziyi yazdiktan sonra da alisveris, ögle yemegi, arkadaslarla "dirink" alma, oh ne güzel lay lay lom
gibi bir programim var.
Nisantasi'ndaki Beymen'in kahvesine de gidecegim. "Herkesler" oradaymis. "Yikiliyomus!" Geçen gün
disaridan baktim, kapida kuyruk vardi. Sizin için orada gözlem yapacagim. Sonra belki yazarim. Ama
canim isterse, havami bulursam. Bugün böyle, keyfimin kâhyasi izin yapiyor.
Öyle bir gevsemisim ki, sanki dünya da benimle gevsemis.
Bir davetiye gelmis örnegin. Bir saat ona güldüm. Yeni bir butik açilisi. Sik bir yer gibi görünüyor.
Galiba ev esyasi da satiyorlar.
"Alber Home" adinda. Firmanin sahipleri zarfin içine kartlarini da koymuslar. Üstte dükkânin
logosu, altta telefonlar, sube adresleri falan, çok profesyonel. Kartlarin birinde Gülay Evren ismi var.
Ötekinde, "Dr. Bilal" yaziyor!
Hani Bodrum'da yillardir sahneye çikan ünlü sarkici Doktor Bilal.
Bilal Bey ortagi oldugu firmanin kartina, zannederim prestij olsun diye soyadiyla moyadiyla "Bilal
Bilmemkim" degil de, sahne ismini yazmis. "Vaaay, bak Doktor Bilal'in dükkâniy-mis, kesin açilisina
katilmaliyim" derim diye belki.
Bu arada "Dr. Bilal'in" doktorlugu harbi! Hani "Kusum Ay-din"m kus olmamasi gibi bir durum degil.
Adam gerçekten tip fakültesi mezunu. Hatta belki doktorluk da yapiyordur. Onun için unvanini gururla
kullaniyor.
Fakat beni asil kopartan, daha tatil saatlerine girmeden günümü gün eden, "Dr. Bilal" ibaresi. Yani
"doktor" degil de, "Daktir Bilal" durumu. Bir Amerikan acil servis dizisi gözümün önüne geliyor, basrolde
Daktir Bilal.
"Daktir, çete kavgasi, 16 yaslarinda, zenci, hizla kan kaybediyor, ameliyathaneden bekleniyorsunuz!"
"Ah canim, yazik çocuga... Ameliyathanenin de renkleri pek sogukmus. Suraya gülkurusu ipek saten bir
perde, ne bileyim, bizim Alber Home'dan hos bir abajur koysak. Al sekerim, ben hallettim, sen dikiver.
Aah, ah, dertleri zevk edindim, haydi efendim, hep beraber!"
Biliyorsunuz tip okuyup baska baska meslekler yapan çok insan var. Birçogu sanat dünyasina giriyor,
bir daha çikamiyor örnegin.
Doktor-sanatçilardan biri de Mustafa Altioklar. Simdi Dr. Bilal'den bahsederken, en az o kartvizit kadar
güldügüm bir fotografi geldi aklima Mustafa'nin.
Üç bes sene önce. Mustafa, Agir Roman'i falan çekmis, popülerliginin tepe noktasinda. Kendisiyle
röportaj yapmayan kadin dergisi satmiyor.
Fakat gazetelerden biri, artik sorutabilecek tüm sorularin sorulduguna karar vermis olacak ki, bir de Dr.
Mustafa'yi görmek istemisler.
Mustafa Altioklar ciddi ciddi doktorluk yapmaya devam ediyor bir yandan. Fizik tedavi üzerine uzman
üstelik.
Gazete hastaneye gidip Mustafa'yla bir saglik röportaji yapmis. Boyun agrilari neden olur, nasil iyilesir,
yük tasirken dikkat edilmesi gerekenler falan, her sey var. Röportajin göbegindeki fotografta da, o
dönemlerde her gün birbirinden muazzam kadinlarla resimleri çikan Mustafa'yi bu defa baska bir durumda
görüyoruz.
Bir selale gibi omuzlarindan dökülen saçlari, bu sefer doktor önlügüne dökülüyor! Karizma tamam. Her
zamanki klark bakislarla objektife bakilmis ve el, "iyilestirme anini" vurgulamak için, sedyede yatan hanim
hastanin bacaginda.
Ancak hanim, alistigimiz amazonlardan degil! 60'larmda, oldukça kilolu; ve varis çoraplari giymis
bacaklarindan birini Mustafa tutuyor! Yani normal sartlarda hanimin yerine bir manken kizimiz olsa,
bayagi seksi bir fotograf çikabilir. Ama Mustafa'nin o varis çorapli bacagi iki parmagiyla egreti egreti
tutusunu, objektife bakisinin seksapeliyle ayni anda gördügünüzde, fotografin bir mizah basyapiti oldugu
da gözden kaçmiyor!
Tabii, Allah da benim dilime düsürmesin. Özellikle böyle "rölaks" günlerimde!
Aksam ne yapsam acaba? Dr. Bilal'e falan mi gitsem?..
Yanaginda bir beni mutlaka olsun!
Bunu da yasadim sevgili okuyucular. Sadece sirtimdan bir ben aldirdim, ama "estetik operasyon geçiren
ünlü" psikolojisine artik vakifim.
Sirtimin alt kisminda, büyükçe bir ben vardi kendimi bildim bileli. Lüzumsuz bir sey.
Gavurda "beauty mark" derler benli insanlara teselli armagani olsun diye. Yani "güzellik isareti".
Benim belimdeki hiç öyle güzel müzel degildi iste. Yillar geçtikçe de büyüdü mü ne... Aldirayim gitsin
dedim.
Bu arada mesaj verelim, benlerinizi kontrol ettirin arkadaslar, ne olur ne olmaz, günes eski günes degil.
Her neyse.
iste o andan itibaren insan estetik ameliyat isinin ne tür bir illet oldugunu kavramaya basliyor. Bir kere
kestiren bir daha iflah olmuyor ya. Burun ameliyatini botoks izliyor, dudaga silikon, sonra kas asma, is
çigirindan çikiyor...
(Gizlilik de önemli tabii. Herkes Zeynep Özal degil ki, aslan gibi çikip "Sunu sunu yaptirdim, alin bir de
fotografim" diye açiklasin.)
Ben de basladim hemen: "Aldirmisken su sirtimda, kolumun
kenarindaki ufak olani da aldirsam mi?" falan derken, is geldi burnumun üzerindeki bene kadar
dayandi.
Dikkatli seyirciler bilecektir. Burnumun sol kanadinda, tam hizma olmasi gereken yerde bir ben var.
Hayatimda beni hiç rahatsiz etmemis, hatta sag olsun, sevenler tarafindan "Ne güzel, hizma gibi, çok
egzotik" seklinde nitelendirilmis. Egzotik megzotik olduguna inanmasam da, Cindy Crawford'in beni
muamelesini yemesem de, baris içinde yasadigim bir parçam olmustur...
Ta ki televizyon isine girene kadar.
Egzotik sevmiyoruz, pürüzsüz olsun!
Bu gösteri dünyasi insani paralar! Herhangi bir iste çalisirken, fiziginizle ilgili alacaginiz en açik yorum:
"Sana pantolon, etekten daha çok yakisiyor" türü bir üstü kapali "Bacaklarin çarpik kardes!" imasidir.
Televizyon dünyasindaysa yapimcilar, yönetmenler, mak-yözler açik konusurlar: "Bu isi yapmak için en
az bes kilo vereceksin, saçina bir sey yaptir böyle olmaz, kaslar da berbat!" falan gibi.
Bana böyle bir yorum gelmedi açikçasi. Ama kendimi televizyonda görüp: "Yahu su beni aldirsak mi?
Örtücü masrafindan da kurtuluruz! Eeheheh" dedigim bir gün, ekibimden "Valla bir sey kaybetmezsin!"
seklinde çatlak sesler çikinca, "Acaba mi?" dedim!
Muhtelif çap ve ebatlardaki benlerimden kurtulmak için, ünlü estetik cerrah Osman Oymak'in kapisini
çaldim.
Oymak, normal sartlarda ben almak falan gibi uyduruk islerle ugrasmiyor. Genellikle kapidan girenler,
doktorun müdahalelerinden sonra, iyi manada, taninmaz hâlde çikiyorlar.
Ancak benim özel bir durumum var: Osman Oymak beni 4 yasimdan beri taniyor, çünkü agabeyimin
yakin arkadasi. Onlar Tip Fakültesi'nde okurken, birlikte ders çalistiklari dönemde
kendilerini çok rahatsiz etmisligim, mikroskop altinda inceledikleri preparatlara "O ne? Bu ne?"
seklinde çok adamisligim vardir. Hatta birkaç sene önce, kazik kadar hâlimle, kendisine, kalabalik bir
ortamda agiz aliskanligi "Osman Agabey" diye hitap ettigim için, o belimdeki beni alip, alnima dikmek
istiyor da olabilir! Ama Hipokrat yemini var, dolayisiyle güvendeyim.
Bir estetik cerrahi ziyaret edip, ayni anda, iyi kötü ünlü biri olmanin en rahatsiz edici tarafi: Size bakip
oraya ne için geldiginizi tahmin etmeye çalisan diger hastalar.
Ameliyathaneye giderken de mecburiymis, o ameliyat geceliklerini, kâgit terlikleri falan giyiyorsun.
Ben o kâgit gecelikle dolastikça, herkes merakla bana bakiyor. E ben de olsam ben de bakarim. "Yok
kardesim, öyle estetik ameliyat degil, ben aldiracagim sadece" desem, kim inanir o hâlimle?
Operasyon basariyla gerçeklesti. Bu esnada burnumdaki benin alinmasindan da oybirligiyle vazgeçtik.
Bir süre hafif iz kalirmis, zaten gerek de yokmus. Tabii yahu, egzotik egzotik! Bu televizyoncular ne anlar!
Kemik eklettim, simdi moda!
Bir hafta sonra Oymak'in ofisindeyim. Bekleme odasi çok eglenceli. Herkes birbirini kesiyor. Yüzümde
herhangi bir ameliyattan iz olmadigi için, en çok merak edilen benim. Çok mu basarili bir ameliyat acaba?
Yoksa vücuttan yag aldirma falan mi?
Bir an hanimlarla sohbet açip azicik havami bulsam mi diye düsünüyorum. "Benimki burun ameliyati ama
silikondan kemik eklettim. Daha kisilikli oldu. Osmanli burnu, çok moda. Egzotik olsun diye bir de ben
koyduk!" falan diye. Ama tanidik doktor, ayip olur.
En sonunda hemsire gelip beklenen soruyu soruyor: "Sizin neydi?"
"Operasyon geçirdim, kontrole geldim" diyorum, esrarengiz bir tavirla.
Çit çikmiyor, herkes bana bakiyor.
Hemsire de merakli: "Nerenizden?"
Bir es verip "Belimden" diyorum.
Merak artiyor, hissediyorum. "Belinden? Belini mi inceltmis? Tiraslatmis mi acaba?!" Öyle bir ameliyat
var mi, onu da bilmiyorum gerçi.
Hemsire tekrarliyor: "Belinizden?"
"Bir ben vardi, onu aldirdim da" diyorum ve hayal kirikligi içinde kalan bütün "artik güzel" hastalari
ardimda birakip dikislerimi aldirtmak için odaya dogru yürüyorum.
Bu ünlüler, hani kalçadan yag emdirip, "Kist aldirdim" diyorlar ya. Ben es dost üzülmesin diye,
gerçekten kist aldirsam, "Kalçamdan yag emdirdim, estetik ayol, ciddi bir sey degil" falan diye yalan
söylerim.
Ama insan yasayinca anliyor vallahi.
ünlü" psikolojisine artik vakifim.
Sirtimin alt kisminda, büyükçe bir ben vardi kendimi bildim bileli. Lüzumsuz bir sey.
Gavurda "beauty mark" derler benli insanlara teselli armagani olsun diye. Yani "güzellik isareti".
Benim belimdeki hiç öyle güzel müzel degildi iste. Yillar geçtikçe de büyüdü mü ne... Aldirayim gitsin
dedim.
Bu arada mesaj verelim, benlerinizi kontrol ettirin arkadaslar, ne olur ne olmaz, günes eski günes degil.
Her neyse.
iste o andan itibaren insan estetik ameliyat isinin ne tür bir illet oldugunu kavramaya basliyor. Bir kere
kestiren bir daha iflah olmuyor ya. Burun ameliyatini botoks izliyor, dudaga silikon, sonra kas asma, is
çigirindan çikiyor...
(Gizlilik de önemli tabii. Herkes Zeynep Özal degil ki, aslan gibi çikip "Sunu sunu yaptirdim, alin bir de
fotografim" diye açiklasin.)
Ben de basladim hemen: "Aldirmisken su sirtimda, kolumun
kenarindaki ufak olani da aldirsam mi?" falan derken, is geldi burnumun üzerindeki bene kadar
dayandi.
Dikkatli seyirciler bilecektir. Burnumun sol kanadinda, tam hizma olmasi gereken yerde bir ben var.
Hayatimda beni hiç rahatsiz etmemis, hatta sag olsun, sevenler tarafindan "Ne güzel, hizma gibi, çok
egzotik" seklinde nitelendirilmis. Egzotik megzotik olduguna inanmasam da, Cindy Crawford'in beni
muamelesini yemesem de, baris içinde yasadigim bir parçam olmustur...
Ta ki televizyon isine girene kadar.
Egzotik sevmiyoruz, pürüzsüz olsun!
Bu gösteri dünyasi insani paralar! Herhangi bir iste çalisirken, fiziginizle ilgili alacaginiz en açik yorum:
"Sana pantolon, etekten daha çok yakisiyor" türü bir üstü kapali "Bacaklarin çarpik kardes!" imasidir.
Televizyon dünyasindaysa yapimcilar, yönetmenler, mak-yözler açik konusurlar: "Bu isi yapmak için en
az bes kilo vereceksin, saçina bir sey yaptir böyle olmaz, kaslar da berbat!" falan gibi.
Bana böyle bir yorum gelmedi açikçasi. Ama kendimi televizyonda görüp: "Yahu su beni aldirsak mi?
Örtücü masrafindan da kurtuluruz! Eeheheh" dedigim bir gün, ekibimden "Valla bir sey kaybetmezsin!"
seklinde çatlak sesler çikinca, "Acaba mi?" dedim!
Muhtelif çap ve ebatlardaki benlerimden kurtulmak için, ünlü estetik cerrah Osman Oymak'in kapisini
çaldim.
Oymak, normal sartlarda ben almak falan gibi uyduruk islerle ugrasmiyor. Genellikle kapidan girenler,
doktorun müdahalelerinden sonra, iyi manada, taninmaz hâlde çikiyorlar.
Ancak benim özel bir durumum var: Osman Oymak beni 4 yasimdan beri taniyor, çünkü agabeyimin
yakin arkadasi. Onlar Tip Fakültesi'nde okurken, birlikte ders çalistiklari dönemde
kendilerini çok rahatsiz etmisligim, mikroskop altinda inceledikleri preparatlara "O ne? Bu ne?"
seklinde çok adamisligim vardir. Hatta birkaç sene önce, kazik kadar hâlimle, kendisine, kalabalik bir
ortamda agiz aliskanligi "Osman Agabey" diye hitap ettigim için, o belimdeki beni alip, alnima dikmek
istiyor da olabilir! Ama Hipokrat yemini var, dolayisiyle güvendeyim.
Bir estetik cerrahi ziyaret edip, ayni anda, iyi kötü ünlü biri olmanin en rahatsiz edici tarafi: Size bakip
oraya ne için geldiginizi tahmin etmeye çalisan diger hastalar.
Ameliyathaneye giderken de mecburiymis, o ameliyat geceliklerini, kâgit terlikleri falan giyiyorsun.
Ben o kâgit gecelikle dolastikça, herkes merakla bana bakiyor. E ben de olsam ben de bakarim. "Yok
kardesim, öyle estetik ameliyat degil, ben aldiracagim sadece" desem, kim inanir o hâlimle?
Operasyon basariyla gerçeklesti. Bu esnada burnumdaki benin alinmasindan da oybirligiyle vazgeçtik.
Bir süre hafif iz kalirmis, zaten gerek de yokmus. Tabii yahu, egzotik egzotik! Bu televizyoncular ne anlar!
Kemik eklettim, simdi moda!
Bir hafta sonra Oymak'in ofisindeyim. Bekleme odasi çok eglenceli. Herkes birbirini kesiyor. Yüzümde
herhangi bir ameliyattan iz olmadigi için, en çok merak edilen benim. Çok mu basarili bir ameliyat acaba?
Yoksa vücuttan yag aldirma falan mi?
Bir an hanimlarla sohbet açip azicik havami bulsam mi diye düsünüyorum. "Benimki burun ameliyati ama
silikondan kemik eklettim. Daha kisilikli oldu. Osmanli burnu, çok moda. Egzotik olsun diye bir de ben
koyduk!" falan diye. Ama tanidik doktor, ayip olur.
En sonunda hemsire gelip beklenen soruyu soruyor: "Sizin neydi?"
"Operasyon geçirdim, kontrole geldim" diyorum, esrarengiz bir tavirla.
Çit çikmiyor, herkes bana bakiyor.
Hemsire de merakli: "Nerenizden?"
Bir es verip "Belimden" diyorum.
Merak artiyor, hissediyorum. "Belinden? Belini mi inceltmis? Tiraslatmis mi acaba?!" Öyle bir ameliyat
var mi, onu da bilmiyorum gerçi.
Hemsire tekrarliyor: "Belinizden?"
"Bir ben vardi, onu aldirdim da" diyorum ve hayal kirikligi içinde kalan bütün "artik güzel" hastalari
ardimda birakip dikislerimi aldirtmak için odaya dogru yürüyorum.
Bu ünlüler, hani kalçadan yag emdirip, "Kist aldirdim" diyorlar ya. Ben es dost üzülmesin diye,
gerçekten kist aldirsam, "Kalçamdan yag emdirdim, estetik ayol, ciddi bir sey degil" falan diye yalan
söylerim.
Ama insan yasayinca anliyor vallahi.
Pilavini birak, etini ye!
Beni 38 beden bir kadin olarak bugünlere getiren esime, aileme, dostlarima tesekkürü bir borç bilirim.
Beni sizler var ettiniz!
Siz de yasadiniz mi bu terörü?
"O pirinçler arkandan aglar", "Peki, pilavini birak etini ye", "Hiç sebze yemiyorsun, bak ne güzel, mis
gibi bamya (ve/veya kereviz, kabak, pirasa!)"...
Woody Allen'in dedigi gibi: "Anne babalarimizin bize iyi dedigi birçok sey zararli çikti: Kirmizi et, günes,
üniversite bitirmek!"
Çocuklugumun bitmesinin en güzel sonuçlarindan biri, istedigimi yiyebilmem olmustur!
Bizim ev, öyle kuzu etlerinin pisirildigi, ekmek kadayifi yapilan, hep börek çörek bulunan bir ev degildi.
Genellikle bol bol sikici sebzeler, tavuk yemekleri, yagsiz dana eti ve meyve üzerine kurulmus bir
diyetimiz vardi.
Her çocugun kâbusu yani!
Size annemden bahsetmek istiyorum.
Annem, bir kebapçiya gidip, yanina pilav ve patates istemedigini
de ekleyerek, izgara bonfile ismarlayan tek insandir! Balikçilarda mezelerin yüzüne bakmaz.
Sadece izgara balik ve salata yer. Eminim gecenin bir saati uykusunda acikinca, rüyasinda zeytinyagli
pirasa, haslanmis havuç, komposto falan görüyordur!
Çocuklugunuzda "kabak karyesi" tabir ettigimiz, kendini yemek zanneden seyi yemeye zorlandiysaniz,
ileride bir iskender tutkunu olacaginiz kesindir!
Ne var ki, ben de ailemle yasadigim 23 yasina kadar, çogu zaman evde pisen "tesadüfen ayurvedik"
yemekleri yemek zorunda kaldigim için, kilo problemi nedir bilmedim.
Derken New York'a tasindim ve yakin arkadaslarimdan biriyle ayni evde oturmaya basladik.
Kimbilir neler yiyecektik beraber!
Ne yazik ki asla öyle olmadi. Ev arkadasim Ayse, annemin daha fasisti çikti!
Kabak soslu makarnanin, makarnasini ayirip kabagini yiyen bir insan tahayyül edebilir misiniz?
Iki yil da böyle geçti. Ve ben yemege çikip costugum veya New York'un sokakta satilan sosisli
sandviçlerine dadandigim günler disinda, yine hayallerimi gerçeklestiremedim.
Evlendigim ilk aylarsa, benim için gastronomik bir cennetti.
Her gün oturup akla hayale gelen en agir, en alengirli yemekleri yapip yeme sansim oldu bu dönemde.
Çesitli pilavlar, kremali makarnalar, börekler, kekler...
Evliligin altinci ayinda kendimde degisiklikler hissetmeye basladim. Kiyafetlerim üstümde biraz alaturka
görünmeye baslamisti, yüzüm de "ay parçasi" kivamindaydi niyeyse.
Çok ender yaptigim bir seyi yaparak tartildim, ve aci gerçekle karsilastim: Uzun yillardir ilk defa, 60
kiloya çikmistim. Osmanli mutfaginin unutulmayan lezzetleriyle geçen alti ay, bana selülit, basen, ayva
göbek ve 4 kilo olarak geri dönmüstü!
Hemen sikiyönetim ilan edildi ve mutfakta "kabak kalyesi" çizgisine dönüldü!
Geçtigimiz hafta okudugum bir yaziysa beni aileme ve Ayse'ye karsi bir kez daha minnettar kildi: ABD
ve Fransa'nin geleneksel yemek kültürlerini inceleyen Amerikali tarihçilerin arastirmasi, aile ile beraber
yenen yemegin obeziteyi engelledigini ortaya koydu. Anne babalar, yemek masasina oturduklarinda, hem
kendilerini hem çocuklarini denetliyorlardi!
Yani "Ispanagini bitir, bacagini kirmayayim", sadece çocugun demir almasi için degil, çikip disarida
duble hamburger yemesini engellemek için de iyi bir yöntemdi!
Beni bugünlere kadar 38 beden getiren tüm aile üyelerine, es, dost ve akrabalara tesekkürler.
Siz olmasaydiniz vücudum yüzde 75 su, yüzde 25 isken-derden olusacakti!
Sanat kimin içindir?
New York'ta çektigim "sanat sanat içindir" çizgisindeki entel dantel ögrenci filmimde, yetenekli tiyatro
ögrencisi Greg'e basrol vermistim. Yillar sonra ayni Greg bizim kanallarin gece yarisindan sonra kirmizi
noktayla yayinladigi baska tür "sanat" filmlerinden birinde yine basrolde karsima çikti!
"Insaat" filmini gördüm.
Filmden aklimda kalan en önemli sey oyunculuk. Emre Ki-nay'in, Sevket Çoruh'un, Seyhsuvar
Aktas'in, daha ufak bir rolde olmasina ragmen özellikle de Binnur Kaya'nin oyunculugu muhtesem.
Insaat, tek mekânda geçen, küçük bütçeli bagimsiz film izlenimi veren bir çalisma.
Oysa bir buçuk milyon dolar harcanmis.
Aklima New York'ta Hi-8 formatla çektigimiz 400-500 dolar bütçeli kisa ögrenci filmleri geldi.
Bir animi nakledeyim istedim. Maksat bayram tatilinde nesemizi bulalim.
Ilk sanat filmimi çekiyorum
Yil 1995. New York'tayiz. Sinema okulunun birinci yilini bitirmek için, herkes bir arkadasinin
senaryosunu alip film hâline getiriyor.
Heves içindeyiz. Türkiye'de binlerce dolar dökülen dizi projelerinde bile oyuncular göz karari
bulunurken, biz 7-8 dakikalik entipüften, çoluk çocugun dogum günü videosundan hallice filmler için,
günler süren oyuncu seçmeleri yapiyoruz! Zannedersin ki eserimizle Cannes Film Festivali'ne katilacagiz.
Bu esnada New York'taki oyunculuk ortamindan da bahsetmek lazim.
New York'ta her iki kisiden biri oyuncudur! Sadece ünlü ve zengin olana kadar taksicilik, garsonluk,
sekreterlik, satis elemanligi falan yapmaktadirlar.
Iste bu oyuncu olmayi kafaya koymus güruhtan her gün onlarcasi okulda önceden ayarladigimiz sinifa
geliyor. Ben, senaryo yazari arkadasim, prodüktörüm (yani etrafta kosturup ekibe yemek memek
yapacak olan Shari!) bir masanin arkasina, Popstar jürisi gibi sira sira oturmusuz. Bir yandan video
kamera açik, adaylari eliyoruz.
Tiyatro ögrencileri, ev kadinlari, Broadway'de küçük rolleri olan dansçi kizlar, garsonluk yapan oyuncu
adaylari, ögretmenlik yapan oyuncu adaylari, hirstan kuduran oyuncu adaylari, sadece eglenmek ve ikram
ettigimiz kurabiyeyle kahve için gelen oyuncu adaylari... Hatta Sharon Stone ve Robert de Niro'lu
"Casino" filminde basbayagi orta büyüklükte rolü olan, gerçek hayatta ufak çapta harbiden mafya bir
oyuncu amca (ki ahbapligimiz sayesinde Little Italy mahallesinde, ismini vererek bedava pizzalar
yemisligimiz vardir!) bile seçmelerimize katilmis. Bize "reddedemeyecegimiz bir teklif yapinca (hayat boyu
bedava Italyan yemegi!), benim filmimde degil, ama Shari'nin yönettigi filmde basrol vermisiz! Yaa, iste
film dünyasinin perde arkasi ve mafya baglantilari!
Her neyse...
Benim filmimin basrolünde 20'lerinin ortalarinda bir genç adam var. Aski ve dagilmis ailesi arasinda
kalmis.
Gerzeklige bak sen!
Elinde yedi dakika falan var. Anlat hos, eglenceli bir hikâye, degil mi? Yok! Film ögrencisisin ya, illa
derin mesajlar, manalar vermek, sanat yapmak, Godard'in tekniklerinden yürütüp araya sinema
konusunda fikirler sokusturmak falan lazim.
Büyük yetenek: Greg
Yirmiye yakin oyuncu denedik. Sonunda New Jersey'li tiyatro ögrencisi Greg'de karar kildik. Uzun
boylu, yakisikli, ayni zamanda yüzünde acikli, masum bir ifade olan, hatta lüzumundan fazla saf görünen,
dogal oynayan Greg'de.
Karsisinda, sevgilisi rolünde, Fashion Cafe'de garsonluk yapan Erica. Bir lise basketbol koçundan
baba, Irlandali ögretmenden anne oldu.
Birkaç gün çektik filmi. En son hatirladigim, bir arkadasimin genis banyosuna anneyle babayi balo
kiyafetleriyle sokup, küvette, çocugun mutlulugu üzerine satranç oynadiklari, inanilmayacak kadar özenti,
güya sembolik, gerçeküstü sahnemdi!
Tam dayaklikmisim.
Her neyse. Greg'in gerçekten basarili oyunculuguyla derli toplu bir is oldu. Sanat filmimi montajladim,
dersten geçtim, falan filan.
Aradan yillar geçti. Türkiye'ye dönmüsüm, elimde kumanda, gecenin bir yarisi kanallari geziyorum.
Aniden yerimden hopladim! Ekrandaki bizim Greg'di!
Meshur mu olmustu ki?
Sag alt kösedeki kirmizi noktayi görünce jeton düstü. Durdugum kanalda, hafta sonlari geç saatlerde
erotik filmler gösteriliyordu ve Greg de bunlardan birinin basrolündeydi.
Ilgiyle seyrettim!
Neyse ki sanat eserimin oyuncusu, aktivitelere bizzat katilmak yerine daha çok, gözlemci, bir nevi
denetçi rolündeydi.
Evin genç ve salak üvey oglunu oynuyordu ve en kirmizi noktali sahnelerde rol almasi için degil, daha
çok oyun gücüyle filmin kalitesini yükseltip, bir hikâyesi oldugunu vurgulamak için kadroya dahil edilmisti.
Zannederim hatiri sayilir bir para karsiligi, bizim "sanatsal" Greg, bir nevi porno yildizi olmustu!
"Ülkemizde sinemanin durumu" falan filan diye sikâyet edip duruyoruz ya. Türkiye'deki oyuncu adaylari
kendilerini çok sansli saymalilar.
Hem de çook.
This is Turkish, you know!
Türk gençlerinin Avrupalinin kapisina dayandigi reklami sevdim. Ama benim bildigim Türk delikanlisi,
yaninda kizla bara giremeyince arbede çikarir! Biz eglenceden ödün vermeyiz ve bunu en iyi bayram
tatilinde kanitladik. "Teröre inat karnavali" vesilesiyle Istanbul caddeleri ve trafik, agustos ayinda Bodrum
Barlar Sokagi tadin-daydi!
Son zamanlarda dikkatimi çeken bir reklamdir.
Onun için ingilizce baslik attim. Hani bizim kizla bizim oglan Avrupali gençlerin partisine gitmisler, "Size
katilabilir miyiz? Biz Türküz," diyorlar. Sarisin Brad Pitt'in gençlik yillari görünümündeki çocuk tarafindan
"Burasi Avrupa, biliyor musun?" diye kapidan çevrileceklerken, bizim çocuk, (yani DJ ve oyuncu Yunus
Günce), "Gömlek iyiymis, bu da Türk, biliyor musun?" seklinde bir "madem öyle, iste böyle" ani yasatiyor
Brad'e. Derken içerideki bütün partici gençlerin giysileri, sahiplerini birakip bizimkilerin pesinden geliyorlar
ve içerideki Avrupali çirilçiplak kaliyor.
Derin derin konusulabilir tabii. O parti Avrupa Birligi'ni simgeliyor da, biz tekstil ürünlerimizle zaten
birlige girdik mi
demek oluyor. Ya da, eger öyleyse, bizimkilerin Avrupali gençleri morartip havali havali mekâni terk
etmesi, "Bizim Avrupa'ya falan ihtiyacimiz yok, döner arkamizi gideriz, olan onlara olur, kendileri
kaybeder" gibi bir mesaj manasina mi geliyor?
Ya da o kadar derinlere dalmamak lazim. Güzel reklam, ben sevdim. "Colin's bütün Avrupa'nin trendy
gençlerini giydiriyor" bilgisi de verilmis iste, tamamdir.
Yalniz, benim bildigim Türk genci, hele yaninda kiz varsa, olay mahallini bu kadar çabuk terk etmez.
Girmek istedigi eglence mekânina alinmamak, delikanli için ailesine küfretmeye yakin bir hakarettir.
Hemen kavga çikar. Kapidaki Brad ve arkadaslariyla yumruk yumruga girisilir. Sonra sahte geri çekilme
yöntemi uygulanir. "Tamam agabey, yok bir sey, anladik" seklinde ortadan kaybolunup, mahalleden
amca, kardes, arkadas, taksici maksici tanidik ne varsa toplanilip sopalarla gelinir ve o parti orada biter!
Türk insani eglencesinden ödün vermez!
Resmi daireden "Bugün git, yarin gel" diye geri çevirebilirsin, kimligini sorup okula sokmayabilirsin, hatta
hasta haliyle hastane kapisindan bile vukuatsiz dönebilir... Ama o bara giremezse arbede çikar!
Yeri gelmisken su tespitimi de paylasayim.
Bayram boyunca Istanbul'daydim ve zannederim bana kimsenin haber vermedigi bir karnaval, senlik
falan vardi: "Teröre inat karnavali!"
Herkes mi sokaga dökülür? Herkes mi gezer tozar? Trafik kilit, eglence yerleri, restoranlar tiklim tiklim.
Normal sartlarda geceleri in cin top atan sokaklarda, yaya trafigi, agustos ayinda Bodrum Barlar Sokagi
gibi!
Dikbasliliktan midir, yasama sevinci midir, çilginlik midir bilmiyorum.
Herkes sokaga dökülüp eglenmek için bombalarin patlamasini bekliyormus demek!
Bu Türklerle vallahi basa çikilmaz!
Özellikle Etiler-Levent ve Beyoglu civari, nispet yapar gibi kalabalik.
Son yillarin en ilginç pasif direnisi mi desem, en büyük toplu eylemi mi desem, milli dayanismasi mi
desem?
Isim de koyamiyorum ki. Sadece sunu söyleyebilirim.
This is Turkish, you know!
Beni 38 beden bir kadin olarak bugünlere getiren esime, aileme, dostlarima tesekkürü bir borç bilirim.
Beni sizler var ettiniz!
Siz de yasadiniz mi bu terörü?
"O pirinçler arkandan aglar", "Peki, pilavini birak etini ye", "Hiç sebze yemiyorsun, bak ne güzel, mis
gibi bamya (ve/veya kereviz, kabak, pirasa!)"...
Woody Allen'in dedigi gibi: "Anne babalarimizin bize iyi dedigi birçok sey zararli çikti: Kirmizi et, günes,
üniversite bitirmek!"
Çocuklugumun bitmesinin en güzel sonuçlarindan biri, istedigimi yiyebilmem olmustur!
Bizim ev, öyle kuzu etlerinin pisirildigi, ekmek kadayifi yapilan, hep börek çörek bulunan bir ev degildi.
Genellikle bol bol sikici sebzeler, tavuk yemekleri, yagsiz dana eti ve meyve üzerine kurulmus bir
diyetimiz vardi.
Her çocugun kâbusu yani!
Size annemden bahsetmek istiyorum.
Annem, bir kebapçiya gidip, yanina pilav ve patates istemedigini
de ekleyerek, izgara bonfile ismarlayan tek insandir! Balikçilarda mezelerin yüzüne bakmaz.
Sadece izgara balik ve salata yer. Eminim gecenin bir saati uykusunda acikinca, rüyasinda zeytinyagli
pirasa, haslanmis havuç, komposto falan görüyordur!
Çocuklugunuzda "kabak karyesi" tabir ettigimiz, kendini yemek zanneden seyi yemeye zorlandiysaniz,
ileride bir iskender tutkunu olacaginiz kesindir!
Ne var ki, ben de ailemle yasadigim 23 yasina kadar, çogu zaman evde pisen "tesadüfen ayurvedik"
yemekleri yemek zorunda kaldigim için, kilo problemi nedir bilmedim.
Derken New York'a tasindim ve yakin arkadaslarimdan biriyle ayni evde oturmaya basladik.
Kimbilir neler yiyecektik beraber!
Ne yazik ki asla öyle olmadi. Ev arkadasim Ayse, annemin daha fasisti çikti!
Kabak soslu makarnanin, makarnasini ayirip kabagini yiyen bir insan tahayyül edebilir misiniz?
Iki yil da böyle geçti. Ve ben yemege çikip costugum veya New York'un sokakta satilan sosisli
sandviçlerine dadandigim günler disinda, yine hayallerimi gerçeklestiremedim.
Evlendigim ilk aylarsa, benim için gastronomik bir cennetti.
Her gün oturup akla hayale gelen en agir, en alengirli yemekleri yapip yeme sansim oldu bu dönemde.
Çesitli pilavlar, kremali makarnalar, börekler, kekler...
Evliligin altinci ayinda kendimde degisiklikler hissetmeye basladim. Kiyafetlerim üstümde biraz alaturka
görünmeye baslamisti, yüzüm de "ay parçasi" kivamindaydi niyeyse.
Çok ender yaptigim bir seyi yaparak tartildim, ve aci gerçekle karsilastim: Uzun yillardir ilk defa, 60
kiloya çikmistim. Osmanli mutfaginin unutulmayan lezzetleriyle geçen alti ay, bana selülit, basen, ayva
göbek ve 4 kilo olarak geri dönmüstü!
Hemen sikiyönetim ilan edildi ve mutfakta "kabak kalyesi" çizgisine dönüldü!
Geçtigimiz hafta okudugum bir yaziysa beni aileme ve Ayse'ye karsi bir kez daha minnettar kildi: ABD
ve Fransa'nin geleneksel yemek kültürlerini inceleyen Amerikali tarihçilerin arastirmasi, aile ile beraber
yenen yemegin obeziteyi engelledigini ortaya koydu. Anne babalar, yemek masasina oturduklarinda, hem
kendilerini hem çocuklarini denetliyorlardi!
Yani "Ispanagini bitir, bacagini kirmayayim", sadece çocugun demir almasi için degil, çikip disarida
duble hamburger yemesini engellemek için de iyi bir yöntemdi!
Beni bugünlere kadar 38 beden getiren tüm aile üyelerine, es, dost ve akrabalara tesekkürler.
Siz olmasaydiniz vücudum yüzde 75 su, yüzde 25 isken-derden olusacakti!
Sanat kimin içindir?
New York'ta çektigim "sanat sanat içindir" çizgisindeki entel dantel ögrenci filmimde, yetenekli tiyatro
ögrencisi Greg'e basrol vermistim. Yillar sonra ayni Greg bizim kanallarin gece yarisindan sonra kirmizi
noktayla yayinladigi baska tür "sanat" filmlerinden birinde yine basrolde karsima çikti!
"Insaat" filmini gördüm.
Filmden aklimda kalan en önemli sey oyunculuk. Emre Ki-nay'in, Sevket Çoruh'un, Seyhsuvar
Aktas'in, daha ufak bir rolde olmasina ragmen özellikle de Binnur Kaya'nin oyunculugu muhtesem.
Insaat, tek mekânda geçen, küçük bütçeli bagimsiz film izlenimi veren bir çalisma.
Oysa bir buçuk milyon dolar harcanmis.
Aklima New York'ta Hi-8 formatla çektigimiz 400-500 dolar bütçeli kisa ögrenci filmleri geldi.
Bir animi nakledeyim istedim. Maksat bayram tatilinde nesemizi bulalim.
Ilk sanat filmimi çekiyorum
Yil 1995. New York'tayiz. Sinema okulunun birinci yilini bitirmek için, herkes bir arkadasinin
senaryosunu alip film hâline getiriyor.
Heves içindeyiz. Türkiye'de binlerce dolar dökülen dizi projelerinde bile oyuncular göz karari
bulunurken, biz 7-8 dakikalik entipüften, çoluk çocugun dogum günü videosundan hallice filmler için,
günler süren oyuncu seçmeleri yapiyoruz! Zannedersin ki eserimizle Cannes Film Festivali'ne katilacagiz.
Bu esnada New York'taki oyunculuk ortamindan da bahsetmek lazim.
New York'ta her iki kisiden biri oyuncudur! Sadece ünlü ve zengin olana kadar taksicilik, garsonluk,
sekreterlik, satis elemanligi falan yapmaktadirlar.
Iste bu oyuncu olmayi kafaya koymus güruhtan her gün onlarcasi okulda önceden ayarladigimiz sinifa
geliyor. Ben, senaryo yazari arkadasim, prodüktörüm (yani etrafta kosturup ekibe yemek memek
yapacak olan Shari!) bir masanin arkasina, Popstar jürisi gibi sira sira oturmusuz. Bir yandan video
kamera açik, adaylari eliyoruz.
Tiyatro ögrencileri, ev kadinlari, Broadway'de küçük rolleri olan dansçi kizlar, garsonluk yapan oyuncu
adaylari, ögretmenlik yapan oyuncu adaylari, hirstan kuduran oyuncu adaylari, sadece eglenmek ve ikram
ettigimiz kurabiyeyle kahve için gelen oyuncu adaylari... Hatta Sharon Stone ve Robert de Niro'lu
"Casino" filminde basbayagi orta büyüklükte rolü olan, gerçek hayatta ufak çapta harbiden mafya bir
oyuncu amca (ki ahbapligimiz sayesinde Little Italy mahallesinde, ismini vererek bedava pizzalar
yemisligimiz vardir!) bile seçmelerimize katilmis. Bize "reddedemeyecegimiz bir teklif yapinca (hayat boyu
bedava Italyan yemegi!), benim filmimde degil, ama Shari'nin yönettigi filmde basrol vermisiz! Yaa, iste
film dünyasinin perde arkasi ve mafya baglantilari!
Her neyse...
Benim filmimin basrolünde 20'lerinin ortalarinda bir genç adam var. Aski ve dagilmis ailesi arasinda
kalmis.
Gerzeklige bak sen!
Elinde yedi dakika falan var. Anlat hos, eglenceli bir hikâye, degil mi? Yok! Film ögrencisisin ya, illa
derin mesajlar, manalar vermek, sanat yapmak, Godard'in tekniklerinden yürütüp araya sinema
konusunda fikirler sokusturmak falan lazim.
Büyük yetenek: Greg
Yirmiye yakin oyuncu denedik. Sonunda New Jersey'li tiyatro ögrencisi Greg'de karar kildik. Uzun
boylu, yakisikli, ayni zamanda yüzünde acikli, masum bir ifade olan, hatta lüzumundan fazla saf görünen,
dogal oynayan Greg'de.
Karsisinda, sevgilisi rolünde, Fashion Cafe'de garsonluk yapan Erica. Bir lise basketbol koçundan
baba, Irlandali ögretmenden anne oldu.
Birkaç gün çektik filmi. En son hatirladigim, bir arkadasimin genis banyosuna anneyle babayi balo
kiyafetleriyle sokup, küvette, çocugun mutlulugu üzerine satranç oynadiklari, inanilmayacak kadar özenti,
güya sembolik, gerçeküstü sahnemdi!
Tam dayaklikmisim.
Her neyse. Greg'in gerçekten basarili oyunculuguyla derli toplu bir is oldu. Sanat filmimi montajladim,
dersten geçtim, falan filan.
Aradan yillar geçti. Türkiye'ye dönmüsüm, elimde kumanda, gecenin bir yarisi kanallari geziyorum.
Aniden yerimden hopladim! Ekrandaki bizim Greg'di!
Meshur mu olmustu ki?
Sag alt kösedeki kirmizi noktayi görünce jeton düstü. Durdugum kanalda, hafta sonlari geç saatlerde
erotik filmler gösteriliyordu ve Greg de bunlardan birinin basrolündeydi.
Ilgiyle seyrettim!
Neyse ki sanat eserimin oyuncusu, aktivitelere bizzat katilmak yerine daha çok, gözlemci, bir nevi
denetçi rolündeydi.
Evin genç ve salak üvey oglunu oynuyordu ve en kirmizi noktali sahnelerde rol almasi için degil, daha
çok oyun gücüyle filmin kalitesini yükseltip, bir hikâyesi oldugunu vurgulamak için kadroya dahil edilmisti.
Zannederim hatiri sayilir bir para karsiligi, bizim "sanatsal" Greg, bir nevi porno yildizi olmustu!
"Ülkemizde sinemanin durumu" falan filan diye sikâyet edip duruyoruz ya. Türkiye'deki oyuncu adaylari
kendilerini çok sansli saymalilar.
Hem de çook.
This is Turkish, you know!
Türk gençlerinin Avrupalinin kapisina dayandigi reklami sevdim. Ama benim bildigim Türk delikanlisi,
yaninda kizla bara giremeyince arbede çikarir! Biz eglenceden ödün vermeyiz ve bunu en iyi bayram
tatilinde kanitladik. "Teröre inat karnavali" vesilesiyle Istanbul caddeleri ve trafik, agustos ayinda Bodrum
Barlar Sokagi tadin-daydi!
Son zamanlarda dikkatimi çeken bir reklamdir.
Onun için ingilizce baslik attim. Hani bizim kizla bizim oglan Avrupali gençlerin partisine gitmisler, "Size
katilabilir miyiz? Biz Türküz," diyorlar. Sarisin Brad Pitt'in gençlik yillari görünümündeki çocuk tarafindan
"Burasi Avrupa, biliyor musun?" diye kapidan çevrileceklerken, bizim çocuk, (yani DJ ve oyuncu Yunus
Günce), "Gömlek iyiymis, bu da Türk, biliyor musun?" seklinde bir "madem öyle, iste böyle" ani yasatiyor
Brad'e. Derken içerideki bütün partici gençlerin giysileri, sahiplerini birakip bizimkilerin pesinden geliyorlar
ve içerideki Avrupali çirilçiplak kaliyor.
Derin derin konusulabilir tabii. O parti Avrupa Birligi'ni simgeliyor da, biz tekstil ürünlerimizle zaten
birlige girdik mi
demek oluyor. Ya da, eger öyleyse, bizimkilerin Avrupali gençleri morartip havali havali mekâni terk
etmesi, "Bizim Avrupa'ya falan ihtiyacimiz yok, döner arkamizi gideriz, olan onlara olur, kendileri
kaybeder" gibi bir mesaj manasina mi geliyor?
Ya da o kadar derinlere dalmamak lazim. Güzel reklam, ben sevdim. "Colin's bütün Avrupa'nin trendy
gençlerini giydiriyor" bilgisi de verilmis iste, tamamdir.
Yalniz, benim bildigim Türk genci, hele yaninda kiz varsa, olay mahallini bu kadar çabuk terk etmez.
Girmek istedigi eglence mekânina alinmamak, delikanli için ailesine küfretmeye yakin bir hakarettir.
Hemen kavga çikar. Kapidaki Brad ve arkadaslariyla yumruk yumruga girisilir. Sonra sahte geri çekilme
yöntemi uygulanir. "Tamam agabey, yok bir sey, anladik" seklinde ortadan kaybolunup, mahalleden
amca, kardes, arkadas, taksici maksici tanidik ne varsa toplanilip sopalarla gelinir ve o parti orada biter!
Türk insani eglencesinden ödün vermez!
Resmi daireden "Bugün git, yarin gel" diye geri çevirebilirsin, kimligini sorup okula sokmayabilirsin, hatta
hasta haliyle hastane kapisindan bile vukuatsiz dönebilir... Ama o bara giremezse arbede çikar!
Yeri gelmisken su tespitimi de paylasayim.
Bayram boyunca Istanbul'daydim ve zannederim bana kimsenin haber vermedigi bir karnaval, senlik
falan vardi: "Teröre inat karnavali!"
Herkes mi sokaga dökülür? Herkes mi gezer tozar? Trafik kilit, eglence yerleri, restoranlar tiklim tiklim.
Normal sartlarda geceleri in cin top atan sokaklarda, yaya trafigi, agustos ayinda Bodrum Barlar Sokagi
gibi!
Dikbasliliktan midir, yasama sevinci midir, çilginlik midir bilmiyorum.
Herkes sokaga dökülüp eglenmek için bombalarin patlamasini bekliyormus demek!
Bu Türklerle vallahi basa çikilmaz!
Özellikle Etiler-Levent ve Beyoglu civari, nispet yapar gibi kalabalik.
Son yillarin en ilginç pasif direnisi mi desem, en büyük toplu eylemi mi desem, milli dayanismasi mi
desem?
Isim de koyamiyorum ki. Sadece sunu söyleyebilirim.
This is Turkish, you know!
Pilavini birak, etini ye!
Beni 38 beden bir kadin olarak bugünlere getiren esime, aileme, dostlarima tesekkürü bir borç bilirim.
Beni sizler var ettiniz!
Siz de yasadiniz mi bu terörü?
"O pirinçler arkandan aglar", "Peki, pilavini birak etini ye", "Hiç sebze yemiyorsun, bak ne güzel, mis
gibi bamya (ve/veya kereviz, kabak, pirasa!)"...
Woody Allen'in dedigi gibi: "Anne babalarimizin bize iyi dedigi birçok sey zararli çikti: Kirmizi et, günes,
üniversite bitirmek!"
Çocuklugumun bitmesinin en güzel sonuçlarindan biri, istedigimi yiyebilmem olmustur!
Bizim ev, öyle kuzu etlerinin pisirildigi, ekmek kadayifi yapilan, hep börek çörek bulunan bir ev degildi.
Genellikle bol bol sikici sebzeler, tavuk yemekleri, yagsiz dana eti ve meyve üzerine kurulmus bir
diyetimiz vardi.
Her çocugun kâbusu yani!
Size annemden bahsetmek istiyorum.
Annem, bir kebapçiya gidip, yanina pilav ve patates istemedigini
de ekleyerek, izgara bonfile ismarlayan tek insandir! Balikçilarda mezelerin yüzüne bakmaz.
Sadece izgara balik ve salata yer. Eminim gecenin bir saati uykusunda acikinca, rüyasinda zeytinyagli
pirasa, haslanmis havuç, komposto falan görüyordur!
Çocuklugunuzda "kabak karyesi" tabir ettigimiz, kendini yemek zanneden seyi yemeye zorlandiysaniz,
ileride bir iskender tutkunu olacaginiz kesindir!
Ne var ki, ben de ailemle yasadigim 23 yasina kadar, çogu zaman evde pisen "tesadüfen ayurvedik"
yemekleri yemek zorunda kaldigim için, kilo problemi nedir bilmedim.
Derken New York'a tasindim ve yakin arkadaslarimdan biriyle ayni evde oturmaya basladik.
Kimbilir neler yiyecektik beraber!
Ne yazik ki asla öyle olmadi. Ev arkadasim Ayse, annemin daha fasisti çikti!
Kabak soslu makarnanin, makarnasini ayirip kabagini yiyen bir insan tahayyül edebilir misiniz?
Iki yil da böyle geçti. Ve ben yemege çikip costugum veya New York'un sokakta satilan sosisli
sandviçlerine dadandigim günler disinda, yine hayallerimi gerçeklestiremedim.
Evlendigim ilk aylarsa, benim için gastronomik bir cennetti.
Her gün oturup akla hayale gelen en agir, en alengirli yemekleri yapip yeme sansim oldu bu dönemde.
Çesitli pilavlar, kremali makarnalar, börekler, kekler...
Evliligin altinci ayinda kendimde degisiklikler hissetmeye basladim. Kiyafetlerim üstümde biraz alaturka
görünmeye baslamisti, yüzüm de "ay parçasi" kivamindaydi niyeyse.
Çok ender yaptigim bir seyi yaparak tartildim, ve aci gerçekle karsilastim: Uzun yillardir ilk defa, 60
kiloya çikmistim. Osmanli mutfaginin unutulmayan lezzetleriyle geçen alti ay, bana selülit, basen, ayva
göbek ve 4 kilo olarak geri dönmüstü!
Hemen sikiyönetim ilan edildi ve mutfakta "kabak kalyesi" çizgisine dönüldü!
Geçtigimiz hafta okudugum bir yaziysa beni aileme ve Ayse'ye karsi bir kez daha minnettar kildi: ABD
ve Fransa'nin geleneksel yemek kültürlerini inceleyen Amerikali tarihçilerin arastirmasi, aile ile beraber
yenen yemegin obeziteyi engelledigini ortaya koydu. Anne babalar, yemek masasina oturduklarinda, hem
kendilerini hem çocuklarini denetliyorlardi!
Yani "Ispanagini bitir, bacagini kirmayayim", sadece çocugun demir almasi için degil, çikip disarida
duble hamburger yemesini engellemek için de iyi bir yöntemdi!
Beni bugünlere kadar 38 beden getiren tüm aile üyelerine, es, dost ve akrabalara tesekkürler.
Siz olmasaydiniz vücudum yüzde 75 su, yüzde 25 isken-derden olusacakti!
Beni sizler var ettiniz!
Siz de yasadiniz mi bu terörü?
"O pirinçler arkandan aglar", "Peki, pilavini birak etini ye", "Hiç sebze yemiyorsun, bak ne güzel, mis
gibi bamya (ve/veya kereviz, kabak, pirasa!)"...
Woody Allen'in dedigi gibi: "Anne babalarimizin bize iyi dedigi birçok sey zararli çikti: Kirmizi et, günes,
üniversite bitirmek!"
Çocuklugumun bitmesinin en güzel sonuçlarindan biri, istedigimi yiyebilmem olmustur!
Bizim ev, öyle kuzu etlerinin pisirildigi, ekmek kadayifi yapilan, hep börek çörek bulunan bir ev degildi.
Genellikle bol bol sikici sebzeler, tavuk yemekleri, yagsiz dana eti ve meyve üzerine kurulmus bir
diyetimiz vardi.
Her çocugun kâbusu yani!
Size annemden bahsetmek istiyorum.
Annem, bir kebapçiya gidip, yanina pilav ve patates istemedigini
de ekleyerek, izgara bonfile ismarlayan tek insandir! Balikçilarda mezelerin yüzüne bakmaz.
Sadece izgara balik ve salata yer. Eminim gecenin bir saati uykusunda acikinca, rüyasinda zeytinyagli
pirasa, haslanmis havuç, komposto falan görüyordur!
Çocuklugunuzda "kabak karyesi" tabir ettigimiz, kendini yemek zanneden seyi yemeye zorlandiysaniz,
ileride bir iskender tutkunu olacaginiz kesindir!
Ne var ki, ben de ailemle yasadigim 23 yasina kadar, çogu zaman evde pisen "tesadüfen ayurvedik"
yemekleri yemek zorunda kaldigim için, kilo problemi nedir bilmedim.
Derken New York'a tasindim ve yakin arkadaslarimdan biriyle ayni evde oturmaya basladik.
Kimbilir neler yiyecektik beraber!
Ne yazik ki asla öyle olmadi. Ev arkadasim Ayse, annemin daha fasisti çikti!
Kabak soslu makarnanin, makarnasini ayirip kabagini yiyen bir insan tahayyül edebilir misiniz?
Iki yil da böyle geçti. Ve ben yemege çikip costugum veya New York'un sokakta satilan sosisli
sandviçlerine dadandigim günler disinda, yine hayallerimi gerçeklestiremedim.
Evlendigim ilk aylarsa, benim için gastronomik bir cennetti.
Her gün oturup akla hayale gelen en agir, en alengirli yemekleri yapip yeme sansim oldu bu dönemde.
Çesitli pilavlar, kremali makarnalar, börekler, kekler...
Evliligin altinci ayinda kendimde degisiklikler hissetmeye basladim. Kiyafetlerim üstümde biraz alaturka
görünmeye baslamisti, yüzüm de "ay parçasi" kivamindaydi niyeyse.
Çok ender yaptigim bir seyi yaparak tartildim, ve aci gerçekle karsilastim: Uzun yillardir ilk defa, 60
kiloya çikmistim. Osmanli mutfaginin unutulmayan lezzetleriyle geçen alti ay, bana selülit, basen, ayva
göbek ve 4 kilo olarak geri dönmüstü!
Hemen sikiyönetim ilan edildi ve mutfakta "kabak kalyesi" çizgisine dönüldü!
Geçtigimiz hafta okudugum bir yaziysa beni aileme ve Ayse'ye karsi bir kez daha minnettar kildi: ABD
ve Fransa'nin geleneksel yemek kültürlerini inceleyen Amerikali tarihçilerin arastirmasi, aile ile beraber
yenen yemegin obeziteyi engelledigini ortaya koydu. Anne babalar, yemek masasina oturduklarinda, hem
kendilerini hem çocuklarini denetliyorlardi!
Yani "Ispanagini bitir, bacagini kirmayayim", sadece çocugun demir almasi için degil, çikip disarida
duble hamburger yemesini engellemek için de iyi bir yöntemdi!
Beni bugünlere kadar 38 beden getiren tüm aile üyelerine, es, dost ve akrabalara tesekkürler.
Siz olmasaydiniz vücudum yüzde 75 su, yüzde 25 isken-derden olusacakti!
Ben (niye) evleniyorum?!
Önce bu soruyu kendine bir sor bakalim güzel kizim. Elbette evlilik kutsal bir kurum ama, gelecegini de
düsünmelisin degil mi? Su yatagini bulur. Öpüyorum güzel kizim! Imza: Gülse Abla'n.
Son zamanlarda sinirlene sinirlene seyrettigim iki program var.
Popstar'daki medeni cesaret enflasyonundan bahsetmistim. Sag olsunlar, halkimizdan büyük destek
aldim!
Simdi de tüylerim diken diken seyrettigim ikinci programdan bahsetmek istiyorum.
"Ben evleniyorum'un bütün bölümlerini seyretmis degilim.
Ama takip ettigim kadariyla, bana hafakanlar basiyor!
Yanlis anlamayin, yer yer sikilsam da, televizyonculuk açisindan, en azindan rating bazinda, basarili bir
program. Eger bir ölçüyse, Biri Bizi Gözetliyor'u sevdiyseniz, buna bayiliyor olmaniz lazim mesela.
Ben adaylardan sikâyetçiyim.
O olmazsa öteki olur!
Su anda en popüler durumda gibi görünen güzel kizimiz, son hafta aniden sevgili degistirdi.
Eve ilk girdigi andan itibaren, adinin Tanju oldugunu zannettigim, nispeten efendi ve akli basinda çocuga
mektuplar yazmaya basladi kizimiz. "Ben kararimi verdim, elektrigimi aldim çok sükür" falan diyordu.
Hatta is arabeske dökülmeye bile basladi. "Ben onu seçmisim, olay bitmis, onun yaninda söyle
hissediyorum, birlikte gelecege bakabiliyorum" gibi iddiali laflar da duyduk.
Sonra bu "çocuklar" kavga etti. Tam olarak sebebini bilmiyorum ama, bizim kizi en son esas çocuga
"Sen erkek olsaydin, böyle yapmazdin" gibi, standart Türk erkegini çok kötü seyler yapmaya
sürükleyebilecek laflar ederken seyrettim.
Devamindaki sahne suydu...
Efendim, bir tane kel çocuk var evde. Kel mi, kafayi kazitmis mi emin degilim. Bu biraz BBG evinin
Edi'si gibi, böyle sözünü sakinmayan, ariza, zor bir arkadas. Diger oglanlarla da sürekli kavga içinde.
Bizim kiz, Tanju'yla kavgasinin hemen ardindan, bu ariza çocukla puflarin üzerinde yan yana yatiyordu.
Saç oksama, sarilma gibi masum fingirdesme durumlari da var ve bizim bilmis kiz "Dokunmak niye bu
kadar güzel?" gibi "Kapildim gidiyorum, bahtimin rüzgârina" gibi sözler de söyledi romantik bir sesle!
Anlasildi ki, karar degismis. Bu sefer de tarama özürlü arkadasla "gelecege bakiliyor"! (Tahmin edeceginiz
gibi su siralar hareketli bir gece hayatim yok, televizyon basindayim. Soguktan olabilir.)
Duygusal ve zihinsel açidan normal bir insanin, iki farkli kisiye, bir hafta arayla, hayatinin geri kalanini
birlikte geçirecek derecede âsik olmasi yüzde kaç ihtimaldir sizce?
Bence yarismaya katilan kizlarin da derdi baska. Hayir hediyeler, paralar, dügün falan da degil. Onlar
çogunluk Türk genç kizi gibi "ölesiye evlenmek istiyorlar"!
Hatta Tina Turner'in sarkisindaki gibi, "Askin bununla ne ilgisi var", bizimkiler "elektrik alsin" yeter!
Su ara, anlasildigi kadariyla memlekette genç kizlar açisindan, "yirtmak", köseyi dönmek için iki ihtimal
var.
Ya popstar olacaksin, ya evleneceksin!
Herhalde bilezik takarlar!
Yillar önceydi. Lise sonda falandik galiba. Bir arkadasimizi ortaokul siralarinda yazliktan tanidigi ve
yillarca dalga geçtigi, çok zengin bir ailenin çocugu istetmis ti! Biz bunun aramizda aylarca sürecek bir
saka olacagini zannederken, kiz sevinçle "evet" deyiverdi!
Belki üniversite sinavlarindan kaçmak için, belki annenin doldurusuyla, bilmiyorum.
Ve bir gün, hiçbirimiz mutlulugunu bozmaya kiyamazken, hiç beklenmedik bir anda, alaturka bir teyze,
gerçekleri kendi kelimeleriyle ifade etti: "Kizim bu yasta evlenilir mi? Insan okur, çalisir, bir altin bilezigi
olur. Hem sevmeden de evlenilmez ki"! Cevap, "sakkadanak" patlatilmis bir espri olarak, anneyi ve
oradaki diger teyzeleri çok güldürdü, benimse kanimi dondurdu: "Eh, sevgi evlilikle büyür. Ayrica
herhalde bir bilezik takarlar, hahhayt!"
Ah kizlar ah! Siz okuyacak meslek sahibi olacaksiniz da biz görecegiz!
En büyük hayaliniz evlenmek, en muhtesem basariniz zengin kocalar oldugu sürece, biz popstar
aramaya ve birbirimizden elektrik almaya devam edelim!
Heyecanli oluyo!
düsünmelisin degil mi? Su yatagini bulur. Öpüyorum güzel kizim! Imza: Gülse Abla'n.
Son zamanlarda sinirlene sinirlene seyrettigim iki program var.
Popstar'daki medeni cesaret enflasyonundan bahsetmistim. Sag olsunlar, halkimizdan büyük destek
aldim!
Simdi de tüylerim diken diken seyrettigim ikinci programdan bahsetmek istiyorum.
"Ben evleniyorum'un bütün bölümlerini seyretmis degilim.
Ama takip ettigim kadariyla, bana hafakanlar basiyor!
Yanlis anlamayin, yer yer sikilsam da, televizyonculuk açisindan, en azindan rating bazinda, basarili bir
program. Eger bir ölçüyse, Biri Bizi Gözetliyor'u sevdiyseniz, buna bayiliyor olmaniz lazim mesela.
Ben adaylardan sikâyetçiyim.
O olmazsa öteki olur!
Su anda en popüler durumda gibi görünen güzel kizimiz, son hafta aniden sevgili degistirdi.
Eve ilk girdigi andan itibaren, adinin Tanju oldugunu zannettigim, nispeten efendi ve akli basinda çocuga
mektuplar yazmaya basladi kizimiz. "Ben kararimi verdim, elektrigimi aldim çok sükür" falan diyordu.
Hatta is arabeske dökülmeye bile basladi. "Ben onu seçmisim, olay bitmis, onun yaninda söyle
hissediyorum, birlikte gelecege bakabiliyorum" gibi iddiali laflar da duyduk.
Sonra bu "çocuklar" kavga etti. Tam olarak sebebini bilmiyorum ama, bizim kizi en son esas çocuga
"Sen erkek olsaydin, böyle yapmazdin" gibi, standart Türk erkegini çok kötü seyler yapmaya
sürükleyebilecek laflar ederken seyrettim.
Devamindaki sahne suydu...
Efendim, bir tane kel çocuk var evde. Kel mi, kafayi kazitmis mi emin degilim. Bu biraz BBG evinin
Edi'si gibi, böyle sözünü sakinmayan, ariza, zor bir arkadas. Diger oglanlarla da sürekli kavga içinde.
Bizim kiz, Tanju'yla kavgasinin hemen ardindan, bu ariza çocukla puflarin üzerinde yan yana yatiyordu.
Saç oksama, sarilma gibi masum fingirdesme durumlari da var ve bizim bilmis kiz "Dokunmak niye bu
kadar güzel?" gibi "Kapildim gidiyorum, bahtimin rüzgârina" gibi sözler de söyledi romantik bir sesle!
Anlasildi ki, karar degismis. Bu sefer de tarama özürlü arkadasla "gelecege bakiliyor"! (Tahmin edeceginiz
gibi su siralar hareketli bir gece hayatim yok, televizyon basindayim. Soguktan olabilir.)
Duygusal ve zihinsel açidan normal bir insanin, iki farkli kisiye, bir hafta arayla, hayatinin geri kalanini
birlikte geçirecek derecede âsik olmasi yüzde kaç ihtimaldir sizce?
Bence yarismaya katilan kizlarin da derdi baska. Hayir hediyeler, paralar, dügün falan da degil. Onlar
çogunluk Türk genç kizi gibi "ölesiye evlenmek istiyorlar"!
Hatta Tina Turner'in sarkisindaki gibi, "Askin bununla ne ilgisi var", bizimkiler "elektrik alsin" yeter!
Su ara, anlasildigi kadariyla memlekette genç kizlar açisindan, "yirtmak", köseyi dönmek için iki ihtimal
var.
Ya popstar olacaksin, ya evleneceksin!
Herhalde bilezik takarlar!
Yillar önceydi. Lise sonda falandik galiba. Bir arkadasimizi ortaokul siralarinda yazliktan tanidigi ve
yillarca dalga geçtigi, çok zengin bir ailenin çocugu istetmis ti! Biz bunun aramizda aylarca sürecek bir
saka olacagini zannederken, kiz sevinçle "evet" deyiverdi!
Belki üniversite sinavlarindan kaçmak için, belki annenin doldurusuyla, bilmiyorum.
Ve bir gün, hiçbirimiz mutlulugunu bozmaya kiyamazken, hiç beklenmedik bir anda, alaturka bir teyze,
gerçekleri kendi kelimeleriyle ifade etti: "Kizim bu yasta evlenilir mi? Insan okur, çalisir, bir altin bilezigi
olur. Hem sevmeden de evlenilmez ki"! Cevap, "sakkadanak" patlatilmis bir espri olarak, anneyi ve
oradaki diger teyzeleri çok güldürdü, benimse kanimi dondurdu: "Eh, sevgi evlilikle büyür. Ayrica
herhalde bir bilezik takarlar, hahhayt!"
Ah kizlar ah! Siz okuyacak meslek sahibi olacaksiniz da biz görecegiz!
En büyük hayaliniz evlenmek, en muhtesem basariniz zengin kocalar oldugu sürece, biz popstar
aramaya ve birbirimizden elektrik almaya devam edelim!
Heyecanli oluyo!
Medeni cesaret cenneti!
Evet kardesim, hepiniz süper yeteneklersiniz- Dünyaya parmak isirttiracak sanat devlerisiniz. Ama
herkes size karsi. Türkiye sizi anlamiyor ve harcaniyorsunuz!
Popstar yarismasi son aylarin en çok konusulan televizyonculuk hadisesi oldu.
En sik yapilan yorum da suydu: "Jüri üyeleri, yarismacilara neden bu kadar sert davraniyorlar, niye
azarliyorlar, ne hakla dalga geçiyorlar"
Dogrudur. Gerçekten de zaman zaman jürinin ayari kaçti. Rating alinsin, orijinal formata uyulsun diye,
finale kalan yarismacilar önce birkaç dakika firça çekilip, sonra tebrik edilmek suretiyle aglatildilar, falan
filan.
Ama biraz seytanin avukatligini yapabilir miyim?
Allah askina, adaylarin çogu içler acisi degil miydi?
Popstar diyoruz kardesim! Sarki söyleyemeyen, dans edemeyen, antipatik, tipsiz, sisman vs. popstar
olur mu? Birini tuttur bari!
Ben bu aptalca kendine güvene sapka çikarmak zorunda miyim? Jüri üyelerinin iyi taraflarindan
kalktiklari günler gibi
mi yapmaliyim: "Üzgünüm olmadi, ama seni medeni cesaretinden dolayi tebrik ederim!"
Bu kadar iyi bir sey mi medeni cesaret?
Hiçbir yetenegin, özelligin, tecrüben yok. Ama medeni cesaretin var, bravo vallahi! Önümüzdeki uzun
yillar boyunca hiçbir baltaya sap olamadan, olmayi da hak etmeden, "Ben aslinda süperim, toplum beni
anlamiyor" diye gezmeye ve kesfedilmeyi beklemeye devam et.
Türkiye'nin en son ihtiyaç duydugu sey bu!
Bana günde en az 10 e-mail geliyor, medeni cesaretli arkadaslardan. "Süper bir reklam senaryom var,
ama reklam sirketleri kabul etmedi, torpilim yok tabii", "Ben sizden daha iyi sunuculuk yaparim,
arkadaslar bana hep çok güler, ama basvurdum, istemediler, hakkimi yediler", "Kafamda bir roman fikri
var. Kesin bestseller, ama yayinevleri ilgilenmedi. Niye gençlere firsat verilmiyor?", "Ben köse yazari
olmak istiyorum, nereye basvurmam gerekiyor?"
Allah müstahakkinizi versin!
Bu nasil bir kendine güvendir?
Türkiye'deki insanlarin çogu suna inandirilmis bir biçimde: "Sen aslinda müthis birisin, söhret, para, hepsi
seni bekliyor. Ama hakkini yiyorlar!"
Kimse "Ben beyin ameliyati yapmak istiyorum ama firsat vermiyorlar", "Getirin sirketinizin defterlerini,
egitimim yok ama, dogustan kabiliyetimle kirk yillik muhasebeciden iyi tutarim" demiyor.
Sanat, gazetecilik, reklamcilik gibi sektörlerde "star" olmak isteyenlerden, sikâyet çok! Çalismak,
ögrenmek, tecrübe gibi seylerle ilintili degil ya bu meslekler! Allah vergisi bir yetenegin oldugunu
zannetmek yetiyor.
Popstar yarismasina katilip elenenlerin bazisi "Eh, saglik olsun, ben sansimi denemistim" diyor. Çogu ise
inanmak istemiyor elendigine: "Nasil olur? Siz beni begenmediniz ama ben aslinda muhtesemim, ben
kendimi popstar olarak görüyorum!"
Yok deve! Evet kardesim, büyük bir komplonun tam or-tasindasin! Jüri üyeleri dogdugundan beri sana
kil! Ender bulunan yeteneklerini toplumdan saklamaya ve Tarkan olmani engellemeye çalisiyorlar!
Dergi çikarirken, dönem dönem staj yapmak için gençler gelirdi. Bir konu verirsin, asagi yukari ne
istedigini anlatirsin. Bazisi yeteneklidir, çabuk ögrenir, çalisir, çabalar ve yavas yavas derginin bir parçasi
olur. Bazisi da daha ilk günden senin istediginden alakasiz bir seyler yazar getirir. Ilkokul
kompozisyonunun, daha gözyaslariyla dolu versiyonu bir kozmetik yazisi mesela. Kuslar ötüyor,
papatyalar açiyor falan... Olacak is degil. Alir yaziyi, ögrensin diye, düzeltir öyle gösterirsin, bozulur:
"Ama benim üslubumu tamamen degistirmissiniz!"
Yerim ben senin üslubunu! Yahu, ömrünün ilk yazisi! Yasar Kemal misin sen? Hangi üslup?
Belki de ihtiyacimiz olan medeni cesaret degil. Medeni cesaretsizlik, azicik kendini bilmek!
herkes size karsi. Türkiye sizi anlamiyor ve harcaniyorsunuz!
Popstar yarismasi son aylarin en çok konusulan televizyonculuk hadisesi oldu.
En sik yapilan yorum da suydu: "Jüri üyeleri, yarismacilara neden bu kadar sert davraniyorlar, niye
azarliyorlar, ne hakla dalga geçiyorlar"
Dogrudur. Gerçekten de zaman zaman jürinin ayari kaçti. Rating alinsin, orijinal formata uyulsun diye,
finale kalan yarismacilar önce birkaç dakika firça çekilip, sonra tebrik edilmek suretiyle aglatildilar, falan
filan.
Ama biraz seytanin avukatligini yapabilir miyim?
Allah askina, adaylarin çogu içler acisi degil miydi?
Popstar diyoruz kardesim! Sarki söyleyemeyen, dans edemeyen, antipatik, tipsiz, sisman vs. popstar
olur mu? Birini tuttur bari!
Ben bu aptalca kendine güvene sapka çikarmak zorunda miyim? Jüri üyelerinin iyi taraflarindan
kalktiklari günler gibi
mi yapmaliyim: "Üzgünüm olmadi, ama seni medeni cesaretinden dolayi tebrik ederim!"
Bu kadar iyi bir sey mi medeni cesaret?
Hiçbir yetenegin, özelligin, tecrüben yok. Ama medeni cesaretin var, bravo vallahi! Önümüzdeki uzun
yillar boyunca hiçbir baltaya sap olamadan, olmayi da hak etmeden, "Ben aslinda süperim, toplum beni
anlamiyor" diye gezmeye ve kesfedilmeyi beklemeye devam et.
Türkiye'nin en son ihtiyaç duydugu sey bu!
Bana günde en az 10 e-mail geliyor, medeni cesaretli arkadaslardan. "Süper bir reklam senaryom var,
ama reklam sirketleri kabul etmedi, torpilim yok tabii", "Ben sizden daha iyi sunuculuk yaparim,
arkadaslar bana hep çok güler, ama basvurdum, istemediler, hakkimi yediler", "Kafamda bir roman fikri
var. Kesin bestseller, ama yayinevleri ilgilenmedi. Niye gençlere firsat verilmiyor?", "Ben köse yazari
olmak istiyorum, nereye basvurmam gerekiyor?"
Allah müstahakkinizi versin!
Bu nasil bir kendine güvendir?
Türkiye'deki insanlarin çogu suna inandirilmis bir biçimde: "Sen aslinda müthis birisin, söhret, para, hepsi
seni bekliyor. Ama hakkini yiyorlar!"
Kimse "Ben beyin ameliyati yapmak istiyorum ama firsat vermiyorlar", "Getirin sirketinizin defterlerini,
egitimim yok ama, dogustan kabiliyetimle kirk yillik muhasebeciden iyi tutarim" demiyor.
Sanat, gazetecilik, reklamcilik gibi sektörlerde "star" olmak isteyenlerden, sikâyet çok! Çalismak,
ögrenmek, tecrübe gibi seylerle ilintili degil ya bu meslekler! Allah vergisi bir yetenegin oldugunu
zannetmek yetiyor.
Popstar yarismasina katilip elenenlerin bazisi "Eh, saglik olsun, ben sansimi denemistim" diyor. Çogu ise
inanmak istemiyor elendigine: "Nasil olur? Siz beni begenmediniz ama ben aslinda muhtesemim, ben
kendimi popstar olarak görüyorum!"
Yok deve! Evet kardesim, büyük bir komplonun tam or-tasindasin! Jüri üyeleri dogdugundan beri sana
kil! Ender bulunan yeteneklerini toplumdan saklamaya ve Tarkan olmani engellemeye çalisiyorlar!
Dergi çikarirken, dönem dönem staj yapmak için gençler gelirdi. Bir konu verirsin, asagi yukari ne
istedigini anlatirsin. Bazisi yeteneklidir, çabuk ögrenir, çalisir, çabalar ve yavas yavas derginin bir parçasi
olur. Bazisi da daha ilk günden senin istediginden alakasiz bir seyler yazar getirir. Ilkokul
kompozisyonunun, daha gözyaslariyla dolu versiyonu bir kozmetik yazisi mesela. Kuslar ötüyor,
papatyalar açiyor falan... Olacak is degil. Alir yaziyi, ögrensin diye, düzeltir öyle gösterirsin, bozulur:
"Ama benim üslubumu tamamen degistirmissiniz!"
Yerim ben senin üslubunu! Yahu, ömrünün ilk yazisi! Yasar Kemal misin sen? Hangi üslup?
Belki de ihtiyacimiz olan medeni cesaret degil. Medeni cesaretsizlik, azicik kendini bilmek!
Nerede o eski Ramazanlar, efendim!
Artik 80'li yillarda dogan arkadaslarim olduguna göre, benim de eski Ramazanlardan bahsetme vaktim
gelmis demektir efendim. Siz simdiki gençler, bilmezsiniz o yillari.
Ramazan geldi ve gazete sayfalari eski Ramazan eglenceleri, yasini almis ünlülerden Ramazan anilari,
nostaljik iftar mönüleriyle dolup tasmaya basladi.
Herkes anilarini döktürürken ben durur muyum?
Üstelik hep 40'li, 50'li, 60'li yillarin Ramazanlarini mi dinleyecegiz.
80'lerdeki Ramazanlarla niye ilgilenmiyoruz?
Benim çocukluk Ramazanlariyla ilgili aklimda ilk beliren sey, televizyonda "Hizla açan çiçek"
görüntüsüdür!
Zannederim 70'lerin sonu ve 80'lerin basinda, TRT hep ayni görüntüyü kullandi iftar vaktinde.
Top atilir atilmaz, hareketli bir Islami müzik esliginde uçan arilar, kelebek olan tirtillar, tarlalar ve en çok
da "görüntüsü hizlandirilmis, saniyeler içinde açan çiçekleri" seyrederdik. Önce bir gül, ardindan üç dört
karanfil, sonra bir tarla dolusu papatya...
Ayni yillarda, zamaninda Direklerarasi'nda gerçeklesmis eglenceleri bire bir televizyona aktarma meraki
vardi. Oturur, Karagöz, Ortaoyunu falan seyrederdik prime-time'da! Nostaljiye bak, heyt be!
Bütün bu programlarin arasinda favorim, Nurhan Damci-oglu ve kantolariydi! Hayatimin ilk dans
figürlerini, 4-5 yaslarindayken kendisinden ögrenmisimdir. Hatta kantolari da ezberleyerek, eve gelen
misafirlere kendime göre sovlar yap-misligim da vardir. "Gösteri dünyasi"na küçük yasta atildim
diyebilirim yani!
Ramazan ve bayram, ilginç dönemlerdir aslinda. Hani "Avrupali Islam" falan diyoruz ya, simdi. O Batili
Müslüman esasinda yillardir Türk insaninin ta kendisidir. Hangi Müslüman ülkede, Ramazan Bayrami'nda,
geleneksel olarak, derin yirtmaçli bir kadinin seksi sarkilari dinlenir ve yine geleneksel olarak misafire likör
ikram edilir, sorarim size?! Tabii burasi bir Müslüman ülke degil, bir laik ülke. Söyleyeyim dedim. Arada
hatirlatmakta yarar görüyorum su siralarda!
Pide, güllaç ve aksam yemegine peynir-zeytinle baslamak nedense müthis bir çilginlik, büyük bir eglence
gibi gelirdi bana! Ailede oruç tutulmazdi, mide rahatsizliklari yaygindi, ama iftar asla atlanmazdi!
Hayatimda ilk kez 16 yasindayken oruç tutmaya karar verdim. Sinifta bir tür "oruç modasi" baslamisti
ve ben de heveslendim.
Ayni dönem, o yillarin en çok sevilen gofreti "Barbf'den (Hani "Barbi Barbi Barbi Barbi" diye reklami
vardi, aah, ah, nostaljiye bak sen!) günde 6-7 adet tükettigim yaslara denk gelir. Üstelik sira arkadasim
Ayse'yle ögle yemeginde, Beyog-lu'ndaki, artik olmayan Sark Muhallebicisi'nde (nostaljinin ucu kaçiyoor,
dikaaat!) çorba, yarim piliç, pilav, yogurt, krem sokola falan yedikten bir saat sonra!
Öyle bir gürbüz dönemimde, hayatimda ilk defa sahura kalkip, asagi yukari evdeki tüm yemekleri
bitirerek uyudum.
Ertesi sabah midem kazinarak kalktim.
Saat 13.00 civari, ögretmenden izin alip, okulun jetonlu telefonuna gittim. Annemi arayarak iftar için
istedigim mönüyü ismarladim: "Yayla çorbasi, hünkar begendi, domatesli pilav!"
16.00 sularinda tahtaya bos baktigimi ve aklimda sadece yayla çorbasi oldugunu fark ettim! Teneffüste
yine telefona kosarak, ismarladigim yemeklerin ne âlemde oldugunu sordum!
Aksam eve vardigimda önce, su anda hatirlamadigim bir sebepten babamla kavga ettim! Iftar zamani
geldiginde, önce yayla çorbasinin çok sulu oldugundan sikâyet ettim, ardindan hünkar begendiye niye
biber konuldugu konusunda bir tatsizlik çikardim ve sonrasinda film koptu. Yemek masasinda hüngür
hüngür aglamaya basladim: "Ben açim, siz bana yemek yapmiyorsunuz!"
O gün annem "Tamam," dedi, "ailemizin huzuru için, sana oruç yasaklanmistir!"
Hâlâ böyleyim. Kan sekerim düstü mü gözüm bir sey görmez, ögün atlasam tansiyonum düser,
bayilirim.
Onun için toplumun genel huzuru ve ailenin korunmasi açisindan, oruca heves etmiyorum!
Ama iftar dersen o baska...
gelmis demektir efendim. Siz simdiki gençler, bilmezsiniz o yillari.
Ramazan geldi ve gazete sayfalari eski Ramazan eglenceleri, yasini almis ünlülerden Ramazan anilari,
nostaljik iftar mönüleriyle dolup tasmaya basladi.
Herkes anilarini döktürürken ben durur muyum?
Üstelik hep 40'li, 50'li, 60'li yillarin Ramazanlarini mi dinleyecegiz.
80'lerdeki Ramazanlarla niye ilgilenmiyoruz?
Benim çocukluk Ramazanlariyla ilgili aklimda ilk beliren sey, televizyonda "Hizla açan çiçek"
görüntüsüdür!
Zannederim 70'lerin sonu ve 80'lerin basinda, TRT hep ayni görüntüyü kullandi iftar vaktinde.
Top atilir atilmaz, hareketli bir Islami müzik esliginde uçan arilar, kelebek olan tirtillar, tarlalar ve en çok
da "görüntüsü hizlandirilmis, saniyeler içinde açan çiçekleri" seyrederdik. Önce bir gül, ardindan üç dört
karanfil, sonra bir tarla dolusu papatya...
Ayni yillarda, zamaninda Direklerarasi'nda gerçeklesmis eglenceleri bire bir televizyona aktarma meraki
vardi. Oturur, Karagöz, Ortaoyunu falan seyrederdik prime-time'da! Nostaljiye bak, heyt be!
Bütün bu programlarin arasinda favorim, Nurhan Damci-oglu ve kantolariydi! Hayatimin ilk dans
figürlerini, 4-5 yaslarindayken kendisinden ögrenmisimdir. Hatta kantolari da ezberleyerek, eve gelen
misafirlere kendime göre sovlar yap-misligim da vardir. "Gösteri dünyasi"na küçük yasta atildim
diyebilirim yani!
Ramazan ve bayram, ilginç dönemlerdir aslinda. Hani "Avrupali Islam" falan diyoruz ya, simdi. O Batili
Müslüman esasinda yillardir Türk insaninin ta kendisidir. Hangi Müslüman ülkede, Ramazan Bayrami'nda,
geleneksel olarak, derin yirtmaçli bir kadinin seksi sarkilari dinlenir ve yine geleneksel olarak misafire likör
ikram edilir, sorarim size?! Tabii burasi bir Müslüman ülke degil, bir laik ülke. Söyleyeyim dedim. Arada
hatirlatmakta yarar görüyorum su siralarda!
Pide, güllaç ve aksam yemegine peynir-zeytinle baslamak nedense müthis bir çilginlik, büyük bir eglence
gibi gelirdi bana! Ailede oruç tutulmazdi, mide rahatsizliklari yaygindi, ama iftar asla atlanmazdi!
Hayatimda ilk kez 16 yasindayken oruç tutmaya karar verdim. Sinifta bir tür "oruç modasi" baslamisti
ve ben de heveslendim.
Ayni dönem, o yillarin en çok sevilen gofreti "Barbf'den (Hani "Barbi Barbi Barbi Barbi" diye reklami
vardi, aah, ah, nostaljiye bak sen!) günde 6-7 adet tükettigim yaslara denk gelir. Üstelik sira arkadasim
Ayse'yle ögle yemeginde, Beyog-lu'ndaki, artik olmayan Sark Muhallebicisi'nde (nostaljinin ucu kaçiyoor,
dikaaat!) çorba, yarim piliç, pilav, yogurt, krem sokola falan yedikten bir saat sonra!
Öyle bir gürbüz dönemimde, hayatimda ilk defa sahura kalkip, asagi yukari evdeki tüm yemekleri
bitirerek uyudum.
Ertesi sabah midem kazinarak kalktim.
Saat 13.00 civari, ögretmenden izin alip, okulun jetonlu telefonuna gittim. Annemi arayarak iftar için
istedigim mönüyü ismarladim: "Yayla çorbasi, hünkar begendi, domatesli pilav!"
16.00 sularinda tahtaya bos baktigimi ve aklimda sadece yayla çorbasi oldugunu fark ettim! Teneffüste
yine telefona kosarak, ismarladigim yemeklerin ne âlemde oldugunu sordum!
Aksam eve vardigimda önce, su anda hatirlamadigim bir sebepten babamla kavga ettim! Iftar zamani
geldiginde, önce yayla çorbasinin çok sulu oldugundan sikâyet ettim, ardindan hünkar begendiye niye
biber konuldugu konusunda bir tatsizlik çikardim ve sonrasinda film koptu. Yemek masasinda hüngür
hüngür aglamaya basladim: "Ben açim, siz bana yemek yapmiyorsunuz!"
O gün annem "Tamam," dedi, "ailemizin huzuru için, sana oruç yasaklanmistir!"
Hâlâ böyleyim. Kan sekerim düstü mü gözüm bir sey görmez, ögün atlasam tansiyonum düser,
bayilirim.
Onun için toplumun genel huzuru ve ailenin korunmasi açisindan, oruca heves etmiyorum!
Ama iftar dersen o baska...
Göbek atan spastik Anglosakson turist
Bir kere çok eglenceli! Özellikle birkaç arkadas gidip, oryantal kivrakliginin nasil yavas yavas
genlerimizden yok olmaya basladigini görmek komik olabilir. Vücudu kivirarak yavas yavas yürünen
"Camel" hareketinde aynada kendime baktim ve bir Anglosakson spastikliginde oldugumu gördüm! Arka
ayak kendi özgürlügünü ilan etmis, kalça ise oynayacagi yerde bütün vücudu zaptetmeye çalisiyor! Hani
tatil köylerinde profesyonel dansözler zorla Ingiliz turistleri kaldirip göbek attirirlar, onlar da alkolün
verdigi cesaret ve irklarinin verdigi yeteneksizlikle, cilveli, sebatkâr, ama odun gibi hareketler yaparlar.
Hah, o benim iste!
Yalniz Sinan Çetin nasil yönetmen olarak sinemada "Bir odun getirin, onu bile oynatirim" diyor, Burcu da
öyle çikti. Konservatuarin bale bölümünden ve spor akademisinden mezun, Anadolu Atesi'nin eski
dansçilarindan Burcu, inat etti ve basardi! Dersin sonuna dogru ögrendigim birkaç hareketi uç uca ekleyip
koreografi bile yaptik. Tabii dügünlerde göbek atmaya katilim oraninin yüzde doksan ikiye vardigi anlarda
bile kenardan el çirpan benim gibi bir ukalanin ne isine yarayacak bu beceri bilmiyorum ama...
Yalniz bittim, bittim! Dersin sonunda saçlarim sirilsiklamdi ve takip eden üç gün daha önce varoldugunu
bilmedigim kaslarim sizladi durdu.
Oryantal, özellikle kadinlarin problemli bölgelerini, yani göbegi, kalçalari, basenleri ve kollarin sarkan
kisimlarini çalistirdigi için, aslinda çok faydali bir spor. Ama yapamayan da yapamiyormus, yetenek
lazimmis yani.
Sahneye çikacak hâle gelmek için de benim o bir buçuk saatlik dersimden, haftada dört bes gün, bir
buçuk iki yil boyunca almak gerekiyormus. Meraklisi varsa duyurulur!
Ben hâlâ ideal sporumu aramaktayim. Oryantal fena degildi aslinda da ona da nefesim yetmedi. Belki
yoga gibi oturarak, yavas yavas yapilani falan çikarsa.
Hem de dügünlerde falan oturdugum yerden, söyle agir agir...
Beslenmenin temel tasi: iskender kebap!
iskender kebabimi asla ihmal etmem. Neden? Ben sagligini düsünen, uzun yasamayi planlayan, çagdas
bir insanim. Tereyagi bol olsun lütfen.
Yagmurlar ve soguk basladiginda vücudum iki biyolojik tepki verir.
Birincisi hafif depresyondur: "O filme gitmem. Zaten yorgunum. Çok çalisiyorum. Göz kenarlarim mi
kiristi? Onu sonra ben ararim. Uykum var. Bari sinemaya gidelim! Höfffsssss...."
Ikincisi ise, bedenimin bütün organlari ve tüm kimyasiyla, iskender kebaba karsi hissettigi özlem, hatta
maraz sinirlarindaki zaaftir!
Sokaklarda yürürken, hangi semt olursa olsun, sadece kebapçilardan gelen iskender kokularini
algilarim. Kebapçinin birkaç kilometre uzakta olmasi önemli degildir, ben varligini hissederim.
Bu iskender zaafimin kaynagini uzun yillardir düsünürüm.
Özellikle kirmizi et ve tereyaginin "zehir" olarak nitelendirilmeye baslandigi 9O'li yillarin ortalarindan
itibaren, iskende-ri "birakma" çabalarim agirlik kazandi.
Acaba yemegin tadindan çok servis edilis biçimi miydi beni ayartan?
Biliyorsunuz iskender kebap çogu restoranda önce önünüze sossuz gelir. Bu haliyle öyle ahim sahim bir
yani da yoktur.
Kiymanin sikistirilip ince ince kesilmisi, bildigin pide, salça ve yogurt. Yani tek basina ihtiras uyandirmak
söyle dursun, pek bir sey ifade etmeyen gidalar.
Daha sonraysa iskenderin heyecanli anlari baslar. Daha uzaktan geldigini görmeden, cizir cizir sesi
duyulur. Evet, dogru tahmin, tavanin içinde yanan tereyagi!
Garsonlarin en cesuru, elinde kizgin tereyagi dolu tavayla size yaklasmaktadir!
Kader ani baslamistir! Gelecek saniyeler neler gösterecektir?!
Garsonun tecrübesi ve maharetine göre, ya mis gibi tereyagli iskender yeme adayi olacaksinizdir, ya da
bir kaza sonucu, cazirdayan Bizans askeri!
Iskender kebap merakimin sebebi bu adrenalin olabilir miydi? Sonuçta hayatinda büyük inis çikislar
olmayan, spor bile yapmayan birinden bahsediyoruz. Yasamimin en heyecanli dakikalarini tekrar tekrar
yasamak istedigimden döner ve tereyag kokusunu takip ediyor olabilir miydim?
Hayir!
Zira en çok begendigim iskenderciler arasinda Tesvikiye'deki Hacibey'in de oldugunu, ve burada
iskenderin tereyagi konmus olarak servis edildigini hatirladim ve teorim çürüdü!
Iskender yiyin, çok faydali!
Derken, anti-aging patlamasiyla birlikte her gazete konunun uzmani doktorlari sayfalarinda konuk
etmeye basladi, ve yillardir bekledigim bilimsel gerçekler ortaya çikti:
Kirmizi et, yagsiz olmasi sartiyla, zehir falan degil, insan vücudunun ihtiyaç duydugu faydali gidalardan
biriydi. Tereyagi da belli ölçülerde alinirsa zarardan çok fayda sagliyordu ve su anda tam olarak
anlatamayacagim tekli-çoklu, doymusdoymamis
yaglarla ilgili bir denklem yüzünden, margarine tercih edilmeliydi
Biliyordum, biliyordum!
Yillardir beslenmemin temel tasini olusturmus iskenderin kiymetini, en sonunda tip da anlamisti.
Bu bilgiyi benden önce, demin bahsettigim Hacibey Restoran ögrendi ve hemen mönülerin arkasina
bastirdi!
Mönülere göre, vejetaryenlerde çinko ve B12 vitamini eksikligi görüldügü gibi, tereyag da kalp
hastaligina karsi mücadele veren yag asitleri içermekteydi.
Mönü yillardir bekledigim su vurucu cümleyle final yapiyordu: "Iskender kebap, döner eti, pide,
domates sosu, tereyagi ve yogurdu bir arada bulunduran saglikli ve dengeli bir tertiptir. Protein,
karbonhidrat, vitamin ve mineral degerleri bakimindan mükemmel bir yemektir!"
Ne hâle geldigimize bakar misiniz? Günümüzde, iskender-ci, iskenderinin anti-aging ürünü oldugunu
kanitlamak zorunda birakilmistir!
Iskenderi birakmaktan vazgeçtigim gibi, yillarca iskender yerken vicdan azabi duymama yol açan ve
simdilerde gerçegi kavrayan tip otoritelerine de tazminat davasi açmayi planliyorum!
Sembolik bir savas olacak bu, eger kazanirsam tazminati Hacibey'e ve ellerinde kizgin yag dolu tavalar
tasiyan tüm fedakâr iskender emekçilerine bagislayacagim!
genlerimizden yok olmaya basladigini görmek komik olabilir. Vücudu kivirarak yavas yavas yürünen
"Camel" hareketinde aynada kendime baktim ve bir Anglosakson spastikliginde oldugumu gördüm! Arka
ayak kendi özgürlügünü ilan etmis, kalça ise oynayacagi yerde bütün vücudu zaptetmeye çalisiyor! Hani
tatil köylerinde profesyonel dansözler zorla Ingiliz turistleri kaldirip göbek attirirlar, onlar da alkolün
verdigi cesaret ve irklarinin verdigi yeteneksizlikle, cilveli, sebatkâr, ama odun gibi hareketler yaparlar.
Hah, o benim iste!
Yalniz Sinan Çetin nasil yönetmen olarak sinemada "Bir odun getirin, onu bile oynatirim" diyor, Burcu da
öyle çikti. Konservatuarin bale bölümünden ve spor akademisinden mezun, Anadolu Atesi'nin eski
dansçilarindan Burcu, inat etti ve basardi! Dersin sonuna dogru ögrendigim birkaç hareketi uç uca ekleyip
koreografi bile yaptik. Tabii dügünlerde göbek atmaya katilim oraninin yüzde doksan ikiye vardigi anlarda
bile kenardan el çirpan benim gibi bir ukalanin ne isine yarayacak bu beceri bilmiyorum ama...
Yalniz bittim, bittim! Dersin sonunda saçlarim sirilsiklamdi ve takip eden üç gün daha önce varoldugunu
bilmedigim kaslarim sizladi durdu.
Oryantal, özellikle kadinlarin problemli bölgelerini, yani göbegi, kalçalari, basenleri ve kollarin sarkan
kisimlarini çalistirdigi için, aslinda çok faydali bir spor. Ama yapamayan da yapamiyormus, yetenek
lazimmis yani.
Sahneye çikacak hâle gelmek için de benim o bir buçuk saatlik dersimden, haftada dört bes gün, bir
buçuk iki yil boyunca almak gerekiyormus. Meraklisi varsa duyurulur!
Ben hâlâ ideal sporumu aramaktayim. Oryantal fena degildi aslinda da ona da nefesim yetmedi. Belki
yoga gibi oturarak, yavas yavas yapilani falan çikarsa.
Hem de dügünlerde falan oturdugum yerden, söyle agir agir...
Beslenmenin temel tasi: iskender kebap!
iskender kebabimi asla ihmal etmem. Neden? Ben sagligini düsünen, uzun yasamayi planlayan, çagdas
bir insanim. Tereyagi bol olsun lütfen.
Yagmurlar ve soguk basladiginda vücudum iki biyolojik tepki verir.
Birincisi hafif depresyondur: "O filme gitmem. Zaten yorgunum. Çok çalisiyorum. Göz kenarlarim mi
kiristi? Onu sonra ben ararim. Uykum var. Bari sinemaya gidelim! Höfffsssss...."
Ikincisi ise, bedenimin bütün organlari ve tüm kimyasiyla, iskender kebaba karsi hissettigi özlem, hatta
maraz sinirlarindaki zaaftir!
Sokaklarda yürürken, hangi semt olursa olsun, sadece kebapçilardan gelen iskender kokularini
algilarim. Kebapçinin birkaç kilometre uzakta olmasi önemli degildir, ben varligini hissederim.
Bu iskender zaafimin kaynagini uzun yillardir düsünürüm.
Özellikle kirmizi et ve tereyaginin "zehir" olarak nitelendirilmeye baslandigi 9O'li yillarin ortalarindan
itibaren, iskende-ri "birakma" çabalarim agirlik kazandi.
Acaba yemegin tadindan çok servis edilis biçimi miydi beni ayartan?
Biliyorsunuz iskender kebap çogu restoranda önce önünüze sossuz gelir. Bu haliyle öyle ahim sahim bir
yani da yoktur.
Kiymanin sikistirilip ince ince kesilmisi, bildigin pide, salça ve yogurt. Yani tek basina ihtiras uyandirmak
söyle dursun, pek bir sey ifade etmeyen gidalar.
Daha sonraysa iskenderin heyecanli anlari baslar. Daha uzaktan geldigini görmeden, cizir cizir sesi
duyulur. Evet, dogru tahmin, tavanin içinde yanan tereyagi!
Garsonlarin en cesuru, elinde kizgin tereyagi dolu tavayla size yaklasmaktadir!
Kader ani baslamistir! Gelecek saniyeler neler gösterecektir?!
Garsonun tecrübesi ve maharetine göre, ya mis gibi tereyagli iskender yeme adayi olacaksinizdir, ya da
bir kaza sonucu, cazirdayan Bizans askeri!
Iskender kebap merakimin sebebi bu adrenalin olabilir miydi? Sonuçta hayatinda büyük inis çikislar
olmayan, spor bile yapmayan birinden bahsediyoruz. Yasamimin en heyecanli dakikalarini tekrar tekrar
yasamak istedigimden döner ve tereyag kokusunu takip ediyor olabilir miydim?
Hayir!
Zira en çok begendigim iskenderciler arasinda Tesvikiye'deki Hacibey'in de oldugunu, ve burada
iskenderin tereyagi konmus olarak servis edildigini hatirladim ve teorim çürüdü!
Iskender yiyin, çok faydali!
Derken, anti-aging patlamasiyla birlikte her gazete konunun uzmani doktorlari sayfalarinda konuk
etmeye basladi, ve yillardir bekledigim bilimsel gerçekler ortaya çikti:
Kirmizi et, yagsiz olmasi sartiyla, zehir falan degil, insan vücudunun ihtiyaç duydugu faydali gidalardan
biriydi. Tereyagi da belli ölçülerde alinirsa zarardan çok fayda sagliyordu ve su anda tam olarak
anlatamayacagim tekli-çoklu, doymusdoymamis
yaglarla ilgili bir denklem yüzünden, margarine tercih edilmeliydi
Biliyordum, biliyordum!
Yillardir beslenmemin temel tasini olusturmus iskenderin kiymetini, en sonunda tip da anlamisti.
Bu bilgiyi benden önce, demin bahsettigim Hacibey Restoran ögrendi ve hemen mönülerin arkasina
bastirdi!
Mönülere göre, vejetaryenlerde çinko ve B12 vitamini eksikligi görüldügü gibi, tereyag da kalp
hastaligina karsi mücadele veren yag asitleri içermekteydi.
Mönü yillardir bekledigim su vurucu cümleyle final yapiyordu: "Iskender kebap, döner eti, pide,
domates sosu, tereyagi ve yogurdu bir arada bulunduran saglikli ve dengeli bir tertiptir. Protein,
karbonhidrat, vitamin ve mineral degerleri bakimindan mükemmel bir yemektir!"
Ne hâle geldigimize bakar misiniz? Günümüzde, iskender-ci, iskenderinin anti-aging ürünü oldugunu
kanitlamak zorunda birakilmistir!
Iskenderi birakmaktan vazgeçtigim gibi, yillarca iskender yerken vicdan azabi duymama yol açan ve
simdilerde gerçegi kavrayan tip otoritelerine de tazminat davasi açmayi planliyorum!
Sembolik bir savas olacak bu, eger kazanirsam tazminati Hacibey'e ve ellerinde kizgin yag dolu tavalar
tasiyan tüm fedakâr iskender emekçilerine bagislayacagim!
Evet arkadaslar, hep birlikte kiviriyoruz!
Duyduk ki oryantal kurslari moda olmus. Havali spor kulüplerinde kalça titreten titreteneymis.
Üsenmedik, belki yillardir aradigimiz sporumuz budur diye, gittik, yorulmadan, çekinmeden onu da
denedik! Gazetecilik kolay mi? Dügünlerde bile sadece el çirpan ben, bu fedakârca gazetecilik çabamla
Pulitzer bekliyorum.
"Burcu Hanim," diyorum, "ben bunu yapamam! Televizyonda yapan dansözleri seyrederken bile
bakakaliyorum o ne biçim bir kalça kemigidir diye" seklinde israr ediyorum. Burcu, Nuh diyor peygamber
demiyor: "Ama bir deneyelim, öyle söylemeyin, gayet yeteneklisiniz, haydi, kalça titretme hareketi hep
birlikte" gibilerinden bir doldurus!
Hayir, arkadas arasi altin gününde degiliz ki. Bulundugumuz mekân tüm zamanlarin en havali spor
kulübü Planet. Elini sallasan ünlüye çarpiyorsun. Dans edilen salonun bir duvarini da cam yapmislar mi
sana. Öteki taraf da Planet'in haftanin belirli günleri susi servisi yapilan afili kafesi. Yani orada ünlüler
otursun, susi yiyerek kaç mekik çektiklerini konussunlar,
biz burada tam karsilarinda, haydi yandan! Olacak sey mi?
Ben sadece el çirpsam!
Ayrica karizma mi kalir bende? Bugüne kadar elimizle besleyip büyüttügümüz "gazeteci-yazar, komik
insan, g.a.g. sahsiyeti güzide Gülse Birsel" gitsin, "Biz burada otururken karsida göbek atan sarisin kiz"
olalim Planet taifesinin gözünde. Gerçi bu hafta hepsi birden basliyorlar oryantal derslerine ama...
Zaten ne isim var benim burada canim? Sanki bütün sporlari, danslari, yogalari falan yedim yuttum,
kitabini yazdim, bir oryantal kaldi da, onu deneyecegim!
Zar zor ikna ediliyorum.
Kafede kimse yok. Bugün susi günü degilmis. Ayrica oryantalden o kadar teknik bahsediyor ki Burcu,
beyin ameliyati yapacakmisçasina bir ciddiyet geliyor bana.
-Bu üstü parali esarbi, dügümü ve yani tam kalça kemiklerinin üzerine gelecek sekilde bagliyoruz.
-Su kemikler mi hocam?
-Evet, bravo. Dizler bükük, karin içeride, üst gövdeyi oynatmadan deneyelim, bir, kiii...
Yanlis anlamayin, olimpiyatlara hazirlanmiyoruz, kalça vuruyoruz sikkidi sik sik diye! Aslinda jimnastik
giysilerini görüntüden çikart, aynanin karsisinda göbek atan iki kadin var ekranda!
Oryantal dansta öyle isiltili, streç Asena kiyafetleri giyilmiyor. Göbegin biraz açikta olmasi lazim.
Ayaklar çiplak. Dar esofman alti veya tayt giyilmeli ki bacak hareketleri görünsün. Bir de üstünüze
sweatshirt degil de daha dar bir üst giymelisiniz ki omuz hareketleri belli olsun. Kalçaya da,
Ka-paliçarsi'dan bulunabilen para islemeli, tek basina bile singir singir sesler çikartan ve süper
oryantalciymissiniz ilüz-yonu yaratan esarplardan bagliyorsunuz.
Simdilerde oryantal dans, aerobik, Latin danslari, tango gibi birçok spor ve dans kulübünde ögretiliyor
ve meraklisi günden güne artiyor.
Üsenmedik, belki yillardir aradigimiz sporumuz budur diye, gittik, yorulmadan, çekinmeden onu da
denedik! Gazetecilik kolay mi? Dügünlerde bile sadece el çirpan ben, bu fedakârca gazetecilik çabamla
Pulitzer bekliyorum.
"Burcu Hanim," diyorum, "ben bunu yapamam! Televizyonda yapan dansözleri seyrederken bile
bakakaliyorum o ne biçim bir kalça kemigidir diye" seklinde israr ediyorum. Burcu, Nuh diyor peygamber
demiyor: "Ama bir deneyelim, öyle söylemeyin, gayet yeteneklisiniz, haydi, kalça titretme hareketi hep
birlikte" gibilerinden bir doldurus!
Hayir, arkadas arasi altin gününde degiliz ki. Bulundugumuz mekân tüm zamanlarin en havali spor
kulübü Planet. Elini sallasan ünlüye çarpiyorsun. Dans edilen salonun bir duvarini da cam yapmislar mi
sana. Öteki taraf da Planet'in haftanin belirli günleri susi servisi yapilan afili kafesi. Yani orada ünlüler
otursun, susi yiyerek kaç mekik çektiklerini konussunlar,
biz burada tam karsilarinda, haydi yandan! Olacak sey mi?
Ben sadece el çirpsam!
Ayrica karizma mi kalir bende? Bugüne kadar elimizle besleyip büyüttügümüz "gazeteci-yazar, komik
insan, g.a.g. sahsiyeti güzide Gülse Birsel" gitsin, "Biz burada otururken karsida göbek atan sarisin kiz"
olalim Planet taifesinin gözünde. Gerçi bu hafta hepsi birden basliyorlar oryantal derslerine ama...
Zaten ne isim var benim burada canim? Sanki bütün sporlari, danslari, yogalari falan yedim yuttum,
kitabini yazdim, bir oryantal kaldi da, onu deneyecegim!
Zar zor ikna ediliyorum.
Kafede kimse yok. Bugün susi günü degilmis. Ayrica oryantalden o kadar teknik bahsediyor ki Burcu,
beyin ameliyati yapacakmisçasina bir ciddiyet geliyor bana.
-Bu üstü parali esarbi, dügümü ve yani tam kalça kemiklerinin üzerine gelecek sekilde bagliyoruz.
-Su kemikler mi hocam?
-Evet, bravo. Dizler bükük, karin içeride, üst gövdeyi oynatmadan deneyelim, bir, kiii...
Yanlis anlamayin, olimpiyatlara hazirlanmiyoruz, kalça vuruyoruz sikkidi sik sik diye! Aslinda jimnastik
giysilerini görüntüden çikart, aynanin karsisinda göbek atan iki kadin var ekranda!
Oryantal dansta öyle isiltili, streç Asena kiyafetleri giyilmiyor. Göbegin biraz açikta olmasi lazim.
Ayaklar çiplak. Dar esofman alti veya tayt giyilmeli ki bacak hareketleri görünsün. Bir de üstünüze
sweatshirt degil de daha dar bir üst giymelisiniz ki omuz hareketleri belli olsun. Kalçaya da,
Ka-paliçarsi'dan bulunabilen para islemeli, tek basina bile singir singir sesler çikartan ve süper
oryantalciymissiniz ilüz-yonu yaratan esarplardan bagliyorsunuz.
Simdilerde oryantal dans, aerobik, Latin danslari, tango gibi birçok spor ve dans kulübünde ögretiliyor
ve meraklisi günden güne artiyor.
Dondurun beni, baharda çözersiniz!
Cep telefonunu "Ne?" diye açmaya basladiysam kis gelmis demektir! O zaman beni daha fazla
sinirlendirmeyin. Kriyobiyolojiye basvururum, yazdan yaza görüsürüz!
Bitti iste!
Günes, ilik geceler, tisörtle sokaklarda dolasma, karpuz, balkonda uyuyakalip ister istemez
bronzlasma...
Ve firtinalar basladi.
Allah askina, sonbahar diye bir mevsim vardi eskiden, ne oldu ona?
Küresel isinma, doganin dengesi falan gibi geyiklere girmek istemiyorum ama, sizce de daha sert
mevsimler, daha tropikal yagmurlar, daha sevimsiz sicaklar görmüyor muyuz son yillarda?
Ben sevmiyorum kisi iste. Üsüyorum kardesim. Hayir burasi da Isviçre degil ki havalar sogudugunda
bahçede ates yakip, sicak çikolata içelim! Dünyanin yagmuru, çamuru sokaklarda. Her yil bin bir umutla,
dolar veya euro üzerinden son moda çizme aliyoruz, üç gün dayaniyor!
Ayrica benim vücudumda serotonin dengesizligi var. Bi-
Hm adamlari incelesin. Günesli günlerde gicik bir mutluluk kelebegi oluyorum: "Ne haber sekerim? Kotun
ne kadar hos, nereden? Ay hava ne güzel. Aksam ne yapiyoruz? Ay müthis bir kitap okuyorum. Isimi çok
seviyorum! Dünyanin en sahane baharat kavanozlari benim mutfagimda! Lay lay lom!"
Günes gidiyor, hava kapatiyorsa korkun benden!
Cep telefonunu "Ne?" diye açmaya basladiysam kis gelmis demektir!
Tam su kislari nasil çabuk atlatsam da, hep yazi yasasam diye egzotik seyahat planlan yapmaya
baslamistim ki, bilimin benim için çalistigini ögrendim.
Tom Cruise'un oynadigi Vanilla Sky filmini gördüyseniz, anlatacaklarima asinasmizdir. Efendim, son
yillarda çok popüler olan kriyobiyoloji adinda bir bilim dali var. Diyelim ki çaresiz bir hastaliga
yakalandiniz. Bu kriyobiyoloji ile ugrasan enstitülere basvuruyorsunuz. Onlar vücudunuzu özel yöntemlerle
donduruyor ve diyelim ki, 100 yil sonra "çözüyorlar"! Silkinip kendinize geldiginizde, o amansiz
hastaliginizin ilaci bulunmus oluyor ve siz tedavinizi yaptirip yasaminiza kaldiginiz yerden, sadece 100 yil
sonrasindan devam ediyorsunuz.
Tabii bu islemin gerçeklestirilmesi için hastalanmaniza gerek yok. Birçok zengin isadami, simdiden
öldükleri anda dondurulmalari siparisini vermis bile! Böylece ileride çözülüp, ölme sebeplerini de o
zamanin gelismis tibbi sayesinde ortadan kaldirarak, sonsuz hayata kavusmus olacaklar.
Siritip durmayin, simdiden bunu yapmis ve kendini dondurmus 100 kisi var!
Projenin tibbi yönden mümkün olamayacagi konusunda da bazi görüsler dolasiyor tabii. Söylenenlere
göre o kadar düsük isi, bazi hücreleri öldürüyormus.
Ayrica her sey basarili olsa bile 2000'lerde yasamis bir insan, diyelim ki 2150 yilinda aniden uyaninca o
hayata nasil uyum saglayacak? Uçan arabalar trafigi, uzaylilarla arkadas
olunmus, yaz tatillerinde Bodrum'a degil, Satürn'e gidiliyor... Böyle pratik ve psikolojik problemlerle nasil
bas edilecek?
Tabii iyi yönünden bakarsaniz torununuzun torununun torunuyla arkadas olma imkâniniz var ama...
Benim amaçladigim bu kadar uzun vade degil. Kepaze olurum valla. Anneannelere dönerim: "Evladim bu
alet ne? Nasil çalisiyor? Neresine basiyoruz? Oraya nasil gidiliyor? Çocugum bir yardim et bakayim, bunu
nasil sey yapiyoruz?"
Benimki daha mütevazi bir plan.
Ekim-nisan aylari arasinda dondurulmak istiyorum! Bahar geldiginde, günes açtiginda çözüverecekler.
Zaten hesaplamalarima göre bütçem de ancak buna müsait. Takdir edersiniz ki kriyobiyoloji maliyetli bir
dal.
Bir süredir bunun hayaliyle yasiyorum.
Ancak bu yaziyi yazarken aklima küçük bir pürüz takildi.
Kriyobiyolojiye göre, insan sadece bir kere dondurulup eritiliyor. Sebebi de bana göre çok açik. Hani
derin dondurucuya koydugun et, milföy hamuru falan da bir kere çözüldükten sonra bir daha
dondurulmaz, bozulup kokar ya...
Her sene dondur çöz, dondur çöz, ayni sey bana da olmasin?
Ben yine sicak bir yere tatile mi gitsem bayramda nedir?
sinirlendirmeyin. Kriyobiyolojiye basvururum, yazdan yaza görüsürüz!
Bitti iste!
Günes, ilik geceler, tisörtle sokaklarda dolasma, karpuz, balkonda uyuyakalip ister istemez
bronzlasma...
Ve firtinalar basladi.
Allah askina, sonbahar diye bir mevsim vardi eskiden, ne oldu ona?
Küresel isinma, doganin dengesi falan gibi geyiklere girmek istemiyorum ama, sizce de daha sert
mevsimler, daha tropikal yagmurlar, daha sevimsiz sicaklar görmüyor muyuz son yillarda?
Ben sevmiyorum kisi iste. Üsüyorum kardesim. Hayir burasi da Isviçre degil ki havalar sogudugunda
bahçede ates yakip, sicak çikolata içelim! Dünyanin yagmuru, çamuru sokaklarda. Her yil bin bir umutla,
dolar veya euro üzerinden son moda çizme aliyoruz, üç gün dayaniyor!
Ayrica benim vücudumda serotonin dengesizligi var. Bi-
Hm adamlari incelesin. Günesli günlerde gicik bir mutluluk kelebegi oluyorum: "Ne haber sekerim? Kotun
ne kadar hos, nereden? Ay hava ne güzel. Aksam ne yapiyoruz? Ay müthis bir kitap okuyorum. Isimi çok
seviyorum! Dünyanin en sahane baharat kavanozlari benim mutfagimda! Lay lay lom!"
Günes gidiyor, hava kapatiyorsa korkun benden!
Cep telefonunu "Ne?" diye açmaya basladiysam kis gelmis demektir!
Tam su kislari nasil çabuk atlatsam da, hep yazi yasasam diye egzotik seyahat planlan yapmaya
baslamistim ki, bilimin benim için çalistigini ögrendim.
Tom Cruise'un oynadigi Vanilla Sky filmini gördüyseniz, anlatacaklarima asinasmizdir. Efendim, son
yillarda çok popüler olan kriyobiyoloji adinda bir bilim dali var. Diyelim ki çaresiz bir hastaliga
yakalandiniz. Bu kriyobiyoloji ile ugrasan enstitülere basvuruyorsunuz. Onlar vücudunuzu özel yöntemlerle
donduruyor ve diyelim ki, 100 yil sonra "çözüyorlar"! Silkinip kendinize geldiginizde, o amansiz
hastaliginizin ilaci bulunmus oluyor ve siz tedavinizi yaptirip yasaminiza kaldiginiz yerden, sadece 100 yil
sonrasindan devam ediyorsunuz.
Tabii bu islemin gerçeklestirilmesi için hastalanmaniza gerek yok. Birçok zengin isadami, simdiden
öldükleri anda dondurulmalari siparisini vermis bile! Böylece ileride çözülüp, ölme sebeplerini de o
zamanin gelismis tibbi sayesinde ortadan kaldirarak, sonsuz hayata kavusmus olacaklar.
Siritip durmayin, simdiden bunu yapmis ve kendini dondurmus 100 kisi var!
Projenin tibbi yönden mümkün olamayacagi konusunda da bazi görüsler dolasiyor tabii. Söylenenlere
göre o kadar düsük isi, bazi hücreleri öldürüyormus.
Ayrica her sey basarili olsa bile 2000'lerde yasamis bir insan, diyelim ki 2150 yilinda aniden uyaninca o
hayata nasil uyum saglayacak? Uçan arabalar trafigi, uzaylilarla arkadas
olunmus, yaz tatillerinde Bodrum'a degil, Satürn'e gidiliyor... Böyle pratik ve psikolojik problemlerle nasil
bas edilecek?
Tabii iyi yönünden bakarsaniz torununuzun torununun torunuyla arkadas olma imkâniniz var ama...
Benim amaçladigim bu kadar uzun vade degil. Kepaze olurum valla. Anneannelere dönerim: "Evladim bu
alet ne? Nasil çalisiyor? Neresine basiyoruz? Oraya nasil gidiliyor? Çocugum bir yardim et bakayim, bunu
nasil sey yapiyoruz?"
Benimki daha mütevazi bir plan.
Ekim-nisan aylari arasinda dondurulmak istiyorum! Bahar geldiginde, günes açtiginda çözüverecekler.
Zaten hesaplamalarima göre bütçem de ancak buna müsait. Takdir edersiniz ki kriyobiyoloji maliyetli bir
dal.
Bir süredir bunun hayaliyle yasiyorum.
Ancak bu yaziyi yazarken aklima küçük bir pürüz takildi.
Kriyobiyolojiye göre, insan sadece bir kere dondurulup eritiliyor. Sebebi de bana göre çok açik. Hani
derin dondurucuya koydugun et, milföy hamuru falan da bir kere çözüldükten sonra bir daha
dondurulmaz, bozulup kokar ya...
Her sene dondur çöz, dondur çöz, ayni sey bana da olmasin?
Ben yine sicak bir yere tatile mi gitsem bayramda nedir?
Bu yil ne giyilecek?
Zaten eger moda insana yakisansa, bu yil modaya çok az insan uyabilecek.
Sezon modasindan örneklerle açikliyorum: Bu yil tay t moda!
Üstelik öyle eskiden oldugu gibi üzerine bol kazaklarla falan degil. Tayti giyiyorsun, üzerine kisa bir bluz
vs., beline kemer! Türk kadininin dogurgan kalçalari için birebir! Genetik özelliklerden, tayti eliyoruz.
Bu yil mikronum etekler moda!
Öyle dizin bir karis üstü falan degil. Etegin kendisi bir karis olacak. Birincisi güzel, kasli bacak lazim, ki
yine genetik özellikler, beslenme ve spor aliskanliklarindan azicik riskli. Daha da önemlisi, modada Türk
erkegi faktörü! Koca, baba, sevgili, nisanli, agabey... "Bu etegi giy, senin bacaklarini kira-rim"dan,
"Hayatim, senin kalitene uymuyor"a genis bir muhafazakâr sahtekârlik yelpazesi. Ya bosverin degmez, ya
da altina yine çok moda olan kalm mus çoraplardan alacaksiniz.
Bu yil dantel moda!
Bir seyin kenarinda menarinda degilse, hemen vazgeçin. Dantel demek +5 ila 10 yil demektir. Hiç
bulasmayin. Yasinizdan olgun göstermek istiyorsaniz, baska!
Bu yil renkli naylon çoraplar ve renkli ayakkabilar moda!
Yani pembe çorapla sari topuklu ayakkabi giyeceksin mesela. Sehirlerimizin sartlari modayi
sekillendiriyor tabii. Nisantasi, Etiler, Bogaz disinda, hatta oralarda bile, söyledigimi yap bakalim.
Arabalardan gelen laflarla, teyzelerin "Aa ne giy-mis"leriyle, selpakçi çocuklarin alaylariyla ugras, renkli
giyinecegim diye. Bir de yagmur çamur olsun o pembe çoraplar, sari ayakkabilar, gör bakalim. Veto!
Bu yil streç pantolonlarla, dizüstüne kadar gelen yüksek
çizmeler giymek moda! Üzerine de kisa ceketler. Düz balerin ayakkabilari da moda! Ha bir de saten dar
etekler.
Veto, veto, veto! Türk kadini dar omuzlu, ince belli, genis kalçali ve kisa bacaklidir, yukaridakilerden
kaçinmalidir. Öyle degilseniz dükkân sizin! Ben genele hitap ediyorum tabii.
O zaman ne giyecegiz?
Topuklu ayakkabilara, çizmelere dadanacaksiniz. Yine yilin modasi yüksek belli evaze, dizüstü
eteklerden edineceksiniz. Bunlari dar gömlekler, kazaklar, kisa ceketlerle giyeceksiniz. 60'larin çizgisinde
dizüstü geometrik desenli ceketler, paltolar da edinebilirsiniz. Ama desenleri enine olmasin. Illa saten
giyecegim diyorsaniz, siyah saten gömlekler alin.
Ben daha ne yapayim? Bu kadar laftan sonra sizi 120 santim kalçanizla tayt giyerken görürsem
yapacaklarimdan sorumlu olmam, ona göre.
Iste moda budur,
iste okuyucuya hizmet budur!
Kadin yazar aci çekmeli mi?
Kültür, sanat, edebiyat dergilerini nasil bilirsiniz?
Picus öyle degil iste.
Sadece 300-500 tane satan kitaplarin okuyucularina, birbirini taniyan, ayni kafelerde ayni sohbetleri
yapan küçük bir gruba degil, genel anlamda "kültür tüketicisine" hitap ediyor.
Simdiye kadarki kültür sanat dergilerinin malzemesine, popüler isimlerle yapilmis egenceli röportajlar,
keyifli tartismalar da eklenmis. Picus, renkli bir edebiyat dergisi. Üstelik içeriginde müzik, sinema, tiyatro,
resim, çizgi roman vs. de var.
Vivet Kanetti, daha önce okumadigim Colette adli yazarin kitaplarini tekrar çeviriyormus mesela.
Vivet'in çevirisi eminim çok güzel olacak, ama öyle cazip anlatmis ki Colette'i, eski Azra Erhat
çevirilerinden de alip hemen okumak istedim.
Colette, 1800'lerin sonunda, 1900'lerin basinda Fansa'da yasamis, baskin bir karakter. Basarili bir
yazar olmanin disinda ahlâk kurallarim zorlayan, yasanabilecek her seyi yasayan bir kadin.
Vivet Kanetti, bizde, iyi kadin yazar mertebesine ulasmak
için, genel olarak aci, kendini feda etme, mutsuzluk asamalarindan geçmek, böyle konulardan
bahsetmek, "insanligin bütün yükünü tasimak" gerektigini söylüyor. Colette ise bunlarin tam tersi. Keyfine
göre sürdürüyor hayatini, arzu ettigi her seyi en dogal hakki kabul ediyor, mutlu, eglenen bir kadin. Bir
hedonist.
Ha, bakin, Picus'a da simdiye kadar çikmis edebiyat dergilerinin Colette'i denebilir bazi açilardan.
Keyifli, renkli... Aci, agirlik, karamsarlik yok!
Bakin bakalim.
Giremezsin hemsehrim, çok kalabalik!
Önce sanki görgü kurallari, misafir agirlama sanatindan girer gibi yapip, sosyo-ekonomik, politik
mesajlara kadar varacagim, îste böyle sag gösterir sol vururum. Korkun benden.
Ideal bir partinin davetli sayisi kaçtir?
Veya bir yemek davetinin?
Evde misafir agirlamayi sevenler bilir. Bunun hassas dengeleri vardir.
Bir kere, yemek daveti oturmali mi olacak, açik büfe mi?
Oturmali yemek yapacaksaniz, yemek masanizin boyu, dost seçiminizde belirleyici olacaktir!
Masa uzun, açilabilir, on iki kisilik ve siz de kalabalik bir davet mi istiyorsunuz? Son bes yildir davet
edemediginiz herkesi çagirip, mecburen "kaynastiracaksiniz"! Isyerinizdeki ciddi, gözlüklü bölüm sefinizle
liseden beri beraber "âleme" aktiginiz arkadasiniz nasil kaynasacak, o sohbet yeteneklerinize ve alman
alkol miktarina bagli tabii!
Masa sekiz kisilik mi? Kuzeninizin, hep onlarda gördügünüz, size gelmek için can atan komsularini
listeden atin, zaten bir iki kisi disinda kimse onlari sevmiyor!
Alti kisiden yukari çikamiyor musunuz? O zaman çagirdiginiz herkesin çift olmamasina dikkat edin,
bayginlik geçirirsiniz !
"Herkes bir anda aradan çiksin"cilardansaniz, açik büfe yapacaksiniz. Alti çesit salata, dönerci falan
demiyorum. Normalde yaptiginiz yemekleri daha çok yapip, bir masanin üzerine tabaklar ve çatal
biçaklarla koyuverin, sonra keyfinize bakin!
Hanim, büfe açildi, sofrayi kur!
Ne yazik ki, ev sahibi için hayat kurtarici "açik büfe", Türkler tarafindan deforme edilmis bir kavramdir.
Örnegin tatil köylerinde açik büfe, ailenin kadininin büfeden herkes için yemek alarak, ekmegi, karisik
salatasi, karisik izgarasiyla sofra kurmasi, bunlarin hep birlikte yenmesi demektir. Yemegin sonunda, anne
yine kalkip bu sefer de, babanin "Sekerpareden bol al" gibi talimatlari esliginde ortaya karisik tatli alir.
Bizde açik büfe budur!
Davetlerde de, açik büfeden tabaga bir seyler alip ayakta sohbet ederek yemek pek tercih edilmez.
Herkes, gerekirse garsona bahsisler vererek, ufak bir masa sandalye edinir ve oturarak yer.
Sizin açik büfenizde de bu muhtemelen olacaktir. Ayakta durmak, hatta kanepeler bile tercih
edilmeyecek, davetliler, en uyaniklar basta olmak üzere, yemeklerin kondugu masanin üzerindekileri ufak
ufak ittirerek, geceyi bir oturmali davet haline getireceklerdir!
O zaman yapilacak sey sudur: Masada oturabileceklerin en az iki kati insan çagirilmalidir, ki, sona
kalanlar salonun oturma bölümünde açik büfe sövalyeleri olarak kalsin. Demek ki, açik büfe deyince en
az on bes kisiden baslayacaksin!
Kimisi de açik büfe sevmez; ek masalarla, yirmi bes otuz kisiyi oturtup yemek verir!
iste burada is hassaslasiyor!
AB masasinda yer yok, kusura bakmayin!
Kafadan uydurmuyoruz, International Herald Tribüne yazmis.
Yazar Thomas Fuller sunu tartisiyor yazida: Brüksel'deki Avrupa Birligi'nin merkezi renove ediliyor ve
daha kalabalik bir toplulugun bulusacagi sekilde tasarlaniyor. Artik 15 degil 25 üyeli Avrupa Birligi'nde,
bu kadar büyük bir kalabalik bir masanin etrafinda toplanip eskisi gibi diyalog kurabilecek mi?
Yeni AB salonunda her yerde insanlarin birbirinin yüzünü görmesi için ekranlar var, ve masa,
birçoklarina göre oval olmasi gerekirken dikdörtgen!
Oxford Üniversitesi'nden bir profesör konuyla ilgili "Kâbus gibi, bu Avrupa Birligi'nin isleyisine büyük
bir darbe olabilir," diyor! Amerikali bir politik psikoloji uzmani ise: "15 kisi, genel olarak küçük grup
dinamiginin üst siniridir. Bunun üzerine çiktiginizda yüz yüze görüsmeler zorlasir ve spontane tartismalar
çigirindan çikip verimsizlesir" fikrinde!
Fuller'a göre eskiden diyalog ve tartismanin oldugu yerde artik sadece söylevler olabilir!
Aklimiza hemen ayni sey geldi degil mi?
Yirmi bes kisinin bile diyalog için fazla bulundugu bir ortama biz ne zaman ve nasil gireriz?
Ya da, Türkiye'yle ilgili görüsmeler yapilirken bu kalabalik, dikdörtgen masa avantaj mi olur, dezavantaj
mi?
Kuzenin sevilmeyen komsusuna benzemeyelim?
Açik büfe mi yapsalar acaba? Belki o zaman geleneksel aliskanlikla uyanik davranip masaya
oturuverirdik...
Tamamen tesadüf mü? Yoksa...
Bu yaziyi okurken, alta bir de Alacakaranlik Kusa-gi'nin müzigini koyun! Diu diu diu diu, diu diu diu diu!
Bahsetmek istedigim türden olaylarin konu edildigi haberleri, genellikle Amerikan tabloidlerinde okur
insanlar.
Maalesef ayni tabloid gazetelerde, "Nisanlisinin uzayli oldugunu ögrenince, onun antenlerini söken
kadin!" türünden arastirmaci gazetecilik örnekleri de olur. Hatta haberin görsel malzemeleriyle beraber.
Üstsüz bir kadinin "uzayli adamin antenlerini sökerkenki robot resmi" gibi!
Bazi haberler de fazla "inanilmaz ama gerçek" olduklari için, New York Times'ta falan degil ancak böyle
gazetelerde yer bulurlar. Evlat edinen bir kadin, çocugun, yedi yil önce kaybolan bebegi oldugunu ögrenir.
Veya numaralarla ilgili hikâyeler. Yedinci ayin yedisinde dogmus, yedi defa is degistirmis adamin yedi
çocugu olur ve yedi katli bir binadan düserek 77 yasinda ölür!
Kimi Tanri'ya baglar, kimisi sansinin açik oldugunu düsünür. Cevabi bilmiyorum! Ama herkes gibi tuhaf
hikâyelerim var!
Saat kulesinin esrari!
1950'ler. Annem ve babam evlilige giden bir flörtün orta yerinde kavga edip ayriliyorlar. Ciddi ama, bir
daha birbirlerini görmemeye kararlilar! Annem bir gece söyle bir rüya görüyor: Beyazit'taki Istanbul
Üniversitesi saat kulesinin önünden geçiyor. Saate bakiyor, bire bes var. Derken karsidan gülerek babam
gelmeye basliyor. Böyle bir rüya.
Ertesi gün annem baska bir sebeple Beyazit'a gidiyor, ve evet, dogru tahmin, bir is için oradan
geçmekte olan babamla karsilasiyorlar. Annemin gözü ister istemez saate gidiyor ve kani donuyor: Saat
tam bire bes var! O gün, o karsilasmayla barisiyorlar ve birlikte 50 yili deviriyorlar.
Öyle baskalarinin sirlarini anlatmakla olmuyor degil mi? Kendimden de örnek vereyim.
1990 yili. Bogaziçi'nde okuyorum. Gazetecilik mazetecilik hiç aklimda yok. Bir arkadasim, Elvin Aydin,
Sabah Dergi Grubu'nun Bogaziçili stajyerler aradigini söylüyor ve bana arkadasi Eren'den aldigi santral
numarasini veriyor. Santrali ariyorum, ve "Ben bu telefonu Elvin'in arkadasi Eren'den", derken, santral
yarim kulak dinleyip, beni gazeteci Erel Eryürek zannediyor. "Erel Hanim, sizde Ercan Arikli'nin direkt
hatti yok muydu?" diyor ve ben cevap veremeden karsima Ercan Arikli çikiyor! Normal sartlarda büyük
ihtimalle tanisamaya-cagim ustamla böyle karsilasiyor ve hayatimi degistiren isi yapmaya basliyorum.
Kitaptaki evde oturuyorum!
Üniversitenin üçüncü yili. Master yapmak için Los Ange-les'a gitmeyi planliyorum. O bölgedeki bütün
okullara basvuru yapiyorum. Derken bir arkadasim bana Paul Auster'in Ay Sarayi kitabini hediye ediyor.
Paul Auster'm hayattaki takintilarindan biri ve en sik isledigi konu, zaten hayatin bu tür garip rastlantilari.
Ay Sara-yi'ndaki kahraman New York'ta Columbia Üniversitesi'nde
okuyor. Bir gün hayatinin çok kötü bir döneminde, (kitapta adres çok belirgin verilmis) 120. Sokakla
Amsterdam Cadde-si'nin kösesindeki apartmana gidiyor ve o ziyaretle hayati degisiyor.
Ayni günlerde bana, istemedigim halde, Columbia Üniver-sitesi'nden bir basvuru formu geliyor! Belki
üniversiteler arasi bir iletisim var, bilmiyorum. Aklimda soguk ve tehlikeli zannettigim New York'a gitmek
asla yok. Üstelik not ortalamam da Columbia'ya tutmuyor, ama yine de basvuruyu yapiyorum.
Columbia beni kabul ediyor! Ve Los Angeles'ta basvurdugum bütün üniversitelerden iyi oldugu için
gitmeye karar veriyorum. Üniversite bana bir ev de buluyor. Nerede? 120. So-kak'la Amsterdam
Caddesi'nin kösesinde!
Su anda çalisma masamin üzerinde üç adet vestiyer numarasi var. Farkli restoranlardan cebimizde
kalmis. Olan su: Paltomuzu alip numara vermisler, çikista, devamli müsteri/gaze-teci/televizyona çikiyor
gibi sebeplerden numarayi istemeden paltolari uzatmislar. Biz de vermeyi unutmusuz.
Önemli olan su: üç vestiyer numarasi da 25!
Nedir bu 25? Ne olacak bu 25?
Konuyla ilgilenenler, Paul Auster'm Kirmizi Defter'ini alin.
Fazla da kaptirmamak lazim, ama kabul edelim ki hayat cilveli bir sey!
Sezon modasindan örneklerle açikliyorum: Bu yil tay t moda!
Üstelik öyle eskiden oldugu gibi üzerine bol kazaklarla falan degil. Tayti giyiyorsun, üzerine kisa bir bluz
vs., beline kemer! Türk kadininin dogurgan kalçalari için birebir! Genetik özelliklerden, tayti eliyoruz.
Bu yil mikronum etekler moda!
Öyle dizin bir karis üstü falan degil. Etegin kendisi bir karis olacak. Birincisi güzel, kasli bacak lazim, ki
yine genetik özellikler, beslenme ve spor aliskanliklarindan azicik riskli. Daha da önemlisi, modada Türk
erkegi faktörü! Koca, baba, sevgili, nisanli, agabey... "Bu etegi giy, senin bacaklarini kira-rim"dan,
"Hayatim, senin kalitene uymuyor"a genis bir muhafazakâr sahtekârlik yelpazesi. Ya bosverin degmez, ya
da altina yine çok moda olan kalm mus çoraplardan alacaksiniz.
Bu yil dantel moda!
Bir seyin kenarinda menarinda degilse, hemen vazgeçin. Dantel demek +5 ila 10 yil demektir. Hiç
bulasmayin. Yasinizdan olgun göstermek istiyorsaniz, baska!
Bu yil renkli naylon çoraplar ve renkli ayakkabilar moda!
Yani pembe çorapla sari topuklu ayakkabi giyeceksin mesela. Sehirlerimizin sartlari modayi
sekillendiriyor tabii. Nisantasi, Etiler, Bogaz disinda, hatta oralarda bile, söyledigimi yap bakalim.
Arabalardan gelen laflarla, teyzelerin "Aa ne giy-mis"leriyle, selpakçi çocuklarin alaylariyla ugras, renkli
giyinecegim diye. Bir de yagmur çamur olsun o pembe çoraplar, sari ayakkabilar, gör bakalim. Veto!
Bu yil streç pantolonlarla, dizüstüne kadar gelen yüksek
çizmeler giymek moda! Üzerine de kisa ceketler. Düz balerin ayakkabilari da moda! Ha bir de saten dar
etekler.
Veto, veto, veto! Türk kadini dar omuzlu, ince belli, genis kalçali ve kisa bacaklidir, yukaridakilerden
kaçinmalidir. Öyle degilseniz dükkân sizin! Ben genele hitap ediyorum tabii.
O zaman ne giyecegiz?
Topuklu ayakkabilara, çizmelere dadanacaksiniz. Yine yilin modasi yüksek belli evaze, dizüstü
eteklerden edineceksiniz. Bunlari dar gömlekler, kazaklar, kisa ceketlerle giyeceksiniz. 60'larin çizgisinde
dizüstü geometrik desenli ceketler, paltolar da edinebilirsiniz. Ama desenleri enine olmasin. Illa saten
giyecegim diyorsaniz, siyah saten gömlekler alin.
Ben daha ne yapayim? Bu kadar laftan sonra sizi 120 santim kalçanizla tayt giyerken görürsem
yapacaklarimdan sorumlu olmam, ona göre.
Iste moda budur,
iste okuyucuya hizmet budur!
Kadin yazar aci çekmeli mi?
Kültür, sanat, edebiyat dergilerini nasil bilirsiniz?
Picus öyle degil iste.
Sadece 300-500 tane satan kitaplarin okuyucularina, birbirini taniyan, ayni kafelerde ayni sohbetleri
yapan küçük bir gruba degil, genel anlamda "kültür tüketicisine" hitap ediyor.
Simdiye kadarki kültür sanat dergilerinin malzemesine, popüler isimlerle yapilmis egenceli röportajlar,
keyifli tartismalar da eklenmis. Picus, renkli bir edebiyat dergisi. Üstelik içeriginde müzik, sinema, tiyatro,
resim, çizgi roman vs. de var.
Vivet Kanetti, daha önce okumadigim Colette adli yazarin kitaplarini tekrar çeviriyormus mesela.
Vivet'in çevirisi eminim çok güzel olacak, ama öyle cazip anlatmis ki Colette'i, eski Azra Erhat
çevirilerinden de alip hemen okumak istedim.
Colette, 1800'lerin sonunda, 1900'lerin basinda Fansa'da yasamis, baskin bir karakter. Basarili bir
yazar olmanin disinda ahlâk kurallarim zorlayan, yasanabilecek her seyi yasayan bir kadin.
Vivet Kanetti, bizde, iyi kadin yazar mertebesine ulasmak
için, genel olarak aci, kendini feda etme, mutsuzluk asamalarindan geçmek, böyle konulardan
bahsetmek, "insanligin bütün yükünü tasimak" gerektigini söylüyor. Colette ise bunlarin tam tersi. Keyfine
göre sürdürüyor hayatini, arzu ettigi her seyi en dogal hakki kabul ediyor, mutlu, eglenen bir kadin. Bir
hedonist.
Ha, bakin, Picus'a da simdiye kadar çikmis edebiyat dergilerinin Colette'i denebilir bazi açilardan.
Keyifli, renkli... Aci, agirlik, karamsarlik yok!
Bakin bakalim.
Giremezsin hemsehrim, çok kalabalik!
Önce sanki görgü kurallari, misafir agirlama sanatindan girer gibi yapip, sosyo-ekonomik, politik
mesajlara kadar varacagim, îste böyle sag gösterir sol vururum. Korkun benden.
Ideal bir partinin davetli sayisi kaçtir?
Veya bir yemek davetinin?
Evde misafir agirlamayi sevenler bilir. Bunun hassas dengeleri vardir.
Bir kere, yemek daveti oturmali mi olacak, açik büfe mi?
Oturmali yemek yapacaksaniz, yemek masanizin boyu, dost seçiminizde belirleyici olacaktir!
Masa uzun, açilabilir, on iki kisilik ve siz de kalabalik bir davet mi istiyorsunuz? Son bes yildir davet
edemediginiz herkesi çagirip, mecburen "kaynastiracaksiniz"! Isyerinizdeki ciddi, gözlüklü bölüm sefinizle
liseden beri beraber "âleme" aktiginiz arkadasiniz nasil kaynasacak, o sohbet yeteneklerinize ve alman
alkol miktarina bagli tabii!
Masa sekiz kisilik mi? Kuzeninizin, hep onlarda gördügünüz, size gelmek için can atan komsularini
listeden atin, zaten bir iki kisi disinda kimse onlari sevmiyor!
Alti kisiden yukari çikamiyor musunuz? O zaman çagirdiginiz herkesin çift olmamasina dikkat edin,
bayginlik geçirirsiniz !
"Herkes bir anda aradan çiksin"cilardansaniz, açik büfe yapacaksiniz. Alti çesit salata, dönerci falan
demiyorum. Normalde yaptiginiz yemekleri daha çok yapip, bir masanin üzerine tabaklar ve çatal
biçaklarla koyuverin, sonra keyfinize bakin!
Hanim, büfe açildi, sofrayi kur!
Ne yazik ki, ev sahibi için hayat kurtarici "açik büfe", Türkler tarafindan deforme edilmis bir kavramdir.
Örnegin tatil köylerinde açik büfe, ailenin kadininin büfeden herkes için yemek alarak, ekmegi, karisik
salatasi, karisik izgarasiyla sofra kurmasi, bunlarin hep birlikte yenmesi demektir. Yemegin sonunda, anne
yine kalkip bu sefer de, babanin "Sekerpareden bol al" gibi talimatlari esliginde ortaya karisik tatli alir.
Bizde açik büfe budur!
Davetlerde de, açik büfeden tabaga bir seyler alip ayakta sohbet ederek yemek pek tercih edilmez.
Herkes, gerekirse garsona bahsisler vererek, ufak bir masa sandalye edinir ve oturarak yer.
Sizin açik büfenizde de bu muhtemelen olacaktir. Ayakta durmak, hatta kanepeler bile tercih
edilmeyecek, davetliler, en uyaniklar basta olmak üzere, yemeklerin kondugu masanin üzerindekileri ufak
ufak ittirerek, geceyi bir oturmali davet haline getireceklerdir!
O zaman yapilacak sey sudur: Masada oturabileceklerin en az iki kati insan çagirilmalidir, ki, sona
kalanlar salonun oturma bölümünde açik büfe sövalyeleri olarak kalsin. Demek ki, açik büfe deyince en
az on bes kisiden baslayacaksin!
Kimisi de açik büfe sevmez; ek masalarla, yirmi bes otuz kisiyi oturtup yemek verir!
iste burada is hassaslasiyor!
AB masasinda yer yok, kusura bakmayin!
Kafadan uydurmuyoruz, International Herald Tribüne yazmis.
Yazar Thomas Fuller sunu tartisiyor yazida: Brüksel'deki Avrupa Birligi'nin merkezi renove ediliyor ve
daha kalabalik bir toplulugun bulusacagi sekilde tasarlaniyor. Artik 15 degil 25 üyeli Avrupa Birligi'nde,
bu kadar büyük bir kalabalik bir masanin etrafinda toplanip eskisi gibi diyalog kurabilecek mi?
Yeni AB salonunda her yerde insanlarin birbirinin yüzünü görmesi için ekranlar var, ve masa,
birçoklarina göre oval olmasi gerekirken dikdörtgen!
Oxford Üniversitesi'nden bir profesör konuyla ilgili "Kâbus gibi, bu Avrupa Birligi'nin isleyisine büyük
bir darbe olabilir," diyor! Amerikali bir politik psikoloji uzmani ise: "15 kisi, genel olarak küçük grup
dinamiginin üst siniridir. Bunun üzerine çiktiginizda yüz yüze görüsmeler zorlasir ve spontane tartismalar
çigirindan çikip verimsizlesir" fikrinde!
Fuller'a göre eskiden diyalog ve tartismanin oldugu yerde artik sadece söylevler olabilir!
Aklimiza hemen ayni sey geldi degil mi?
Yirmi bes kisinin bile diyalog için fazla bulundugu bir ortama biz ne zaman ve nasil gireriz?
Ya da, Türkiye'yle ilgili görüsmeler yapilirken bu kalabalik, dikdörtgen masa avantaj mi olur, dezavantaj
mi?
Kuzenin sevilmeyen komsusuna benzemeyelim?
Açik büfe mi yapsalar acaba? Belki o zaman geleneksel aliskanlikla uyanik davranip masaya
oturuverirdik...
Tamamen tesadüf mü? Yoksa...
Bu yaziyi okurken, alta bir de Alacakaranlik Kusa-gi'nin müzigini koyun! Diu diu diu diu, diu diu diu diu!
Bahsetmek istedigim türden olaylarin konu edildigi haberleri, genellikle Amerikan tabloidlerinde okur
insanlar.
Maalesef ayni tabloid gazetelerde, "Nisanlisinin uzayli oldugunu ögrenince, onun antenlerini söken
kadin!" türünden arastirmaci gazetecilik örnekleri de olur. Hatta haberin görsel malzemeleriyle beraber.
Üstsüz bir kadinin "uzayli adamin antenlerini sökerkenki robot resmi" gibi!
Bazi haberler de fazla "inanilmaz ama gerçek" olduklari için, New York Times'ta falan degil ancak böyle
gazetelerde yer bulurlar. Evlat edinen bir kadin, çocugun, yedi yil önce kaybolan bebegi oldugunu ögrenir.
Veya numaralarla ilgili hikâyeler. Yedinci ayin yedisinde dogmus, yedi defa is degistirmis adamin yedi
çocugu olur ve yedi katli bir binadan düserek 77 yasinda ölür!
Kimi Tanri'ya baglar, kimisi sansinin açik oldugunu düsünür. Cevabi bilmiyorum! Ama herkes gibi tuhaf
hikâyelerim var!
Saat kulesinin esrari!
1950'ler. Annem ve babam evlilige giden bir flörtün orta yerinde kavga edip ayriliyorlar. Ciddi ama, bir
daha birbirlerini görmemeye kararlilar! Annem bir gece söyle bir rüya görüyor: Beyazit'taki Istanbul
Üniversitesi saat kulesinin önünden geçiyor. Saate bakiyor, bire bes var. Derken karsidan gülerek babam
gelmeye basliyor. Böyle bir rüya.
Ertesi gün annem baska bir sebeple Beyazit'a gidiyor, ve evet, dogru tahmin, bir is için oradan
geçmekte olan babamla karsilasiyorlar. Annemin gözü ister istemez saate gidiyor ve kani donuyor: Saat
tam bire bes var! O gün, o karsilasmayla barisiyorlar ve birlikte 50 yili deviriyorlar.
Öyle baskalarinin sirlarini anlatmakla olmuyor degil mi? Kendimden de örnek vereyim.
1990 yili. Bogaziçi'nde okuyorum. Gazetecilik mazetecilik hiç aklimda yok. Bir arkadasim, Elvin Aydin,
Sabah Dergi Grubu'nun Bogaziçili stajyerler aradigini söylüyor ve bana arkadasi Eren'den aldigi santral
numarasini veriyor. Santrali ariyorum, ve "Ben bu telefonu Elvin'in arkadasi Eren'den", derken, santral
yarim kulak dinleyip, beni gazeteci Erel Eryürek zannediyor. "Erel Hanim, sizde Ercan Arikli'nin direkt
hatti yok muydu?" diyor ve ben cevap veremeden karsima Ercan Arikli çikiyor! Normal sartlarda büyük
ihtimalle tanisamaya-cagim ustamla böyle karsilasiyor ve hayatimi degistiren isi yapmaya basliyorum.
Kitaptaki evde oturuyorum!
Üniversitenin üçüncü yili. Master yapmak için Los Ange-les'a gitmeyi planliyorum. O bölgedeki bütün
okullara basvuru yapiyorum. Derken bir arkadasim bana Paul Auster'in Ay Sarayi kitabini hediye ediyor.
Paul Auster'm hayattaki takintilarindan biri ve en sik isledigi konu, zaten hayatin bu tür garip rastlantilari.
Ay Sara-yi'ndaki kahraman New York'ta Columbia Üniversitesi'nde
okuyor. Bir gün hayatinin çok kötü bir döneminde, (kitapta adres çok belirgin verilmis) 120. Sokakla
Amsterdam Cadde-si'nin kösesindeki apartmana gidiyor ve o ziyaretle hayati degisiyor.
Ayni günlerde bana, istemedigim halde, Columbia Üniver-sitesi'nden bir basvuru formu geliyor! Belki
üniversiteler arasi bir iletisim var, bilmiyorum. Aklimda soguk ve tehlikeli zannettigim New York'a gitmek
asla yok. Üstelik not ortalamam da Columbia'ya tutmuyor, ama yine de basvuruyu yapiyorum.
Columbia beni kabul ediyor! Ve Los Angeles'ta basvurdugum bütün üniversitelerden iyi oldugu için
gitmeye karar veriyorum. Üniversite bana bir ev de buluyor. Nerede? 120. So-kak'la Amsterdam
Caddesi'nin kösesinde!
Su anda çalisma masamin üzerinde üç adet vestiyer numarasi var. Farkli restoranlardan cebimizde
kalmis. Olan su: Paltomuzu alip numara vermisler, çikista, devamli müsteri/gaze-teci/televizyona çikiyor
gibi sebeplerden numarayi istemeden paltolari uzatmislar. Biz de vermeyi unutmusuz.
Önemli olan su: üç vestiyer numarasi da 25!
Nedir bu 25? Ne olacak bu 25?
Konuyla ilgilenenler, Paul Auster'm Kirmizi Defter'ini alin.
Fazla da kaptirmamak lazim, ama kabul edelim ki hayat cilveli bir sey!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)