Aldatmayla ilgili artık bir kelime daha duymak istemiyorsunuz, biliyorum. Çünkü son zamanlarda filmler, kitaplar, bıktık.
Fakat, bu konuda da çok malzeme olduğu kesin.
Mesela, birlikte olduğu kadının kocası aniden eve geldiğinde dolaba saklanan adamla ilgili, hem yerli hem yabancı, yapılmadık espri kalmamıştır.
Halbuki bu, son derece batılı bir çözümdür.
Türkiye'de şimdiye kadar gerçekleşmiş olduğunu ben sanmıyorum.
Neden derseniz, Türk evlen, dolaba saklanma olayına müsait değildir!
Türk evlerinde hiçbir şeye yer yoktur. Yani, bir iğne alsanız, onu koyacak yer bulamazsınız. Koskoca adam nereye, nasıl girecek?
Örneğin, yatak odası dolapları (ki onlara bazılarımız gardırop ve dolap kelimesini birleştirerek, "gardolap" tabirini uygun görürüz) her zaman tıklım ttklımdır.
Nedense bizde gardıroba giysilerden daha farklı şeyler de konur: Yorganlar, örtüler, çocukların oyuncakları, açılır kapanır sandalye...
Hatta çoğunun kapısı bile tam kapanmaz.
Bu durumda ne yapacaksın? Adamı balkona saklayacaksın.
O da olmaz.
Çünkü bizde, balkonlar da "gardolap" olarak kullanılır!
Şezlong, saksı gibi eşyalann aksine, ne kadar fazlalık varsa, balkonda yerini alır: Bisiklet, tüp gaz, karton kutular, patates, soğan, eski kanepe, kova, süpürge, merdiven...
Yatağın altında da, leğenlerin içinde, deniz yatağı, zıpkın, mayo gibi yazlık takım taklavat olunca, Türk kadınının evlilik dışı bir macera yaşaması, aşağı yukarı imkânsız hale gelir!
Zaten bu kadın, muhtemelen, evin derli topluluğunu bozmak-tansa, yasak aşkına veda etmeyi tercih edecektir.
Bu sebeplerden, Türk kadını kolay kolay aldatmaz!
237
'35
Canım annem, güzel annem, senin aklından zorun mu vardı?!
Hani çok kutsal bir şeydi bu iş? Hani çocuğu kucağına alınca insanın feleği şaşıyor, hayatın anlamı çözülüyordu?
Herkeste öyle olmuyor muydu yani? Yalan mı söylediler bize yıllarca?!
"Kendi kendime sorup durdum," diyor Sibel, "benim yanımda hiç mi arkadaşım yoktu? Kimse niye zahmet edip uyarmadı beni? Nasıl herkes ağız birliği etmiş gibi gerçekleri sakladı?"
Söz konusu gerçekler, üçkâğıtçı bir kooperatif, berbat bir tatil köyü veya uyuşturucu müptelası bir kocayla ilgili değil. Sibel yeni anne olmuş bir kadın sadece! "Neden kimse bu işin bu kadar zor olduğunu, sezaryeni,
emzirme dönemini, uykusuz ayları, ilk bir seneyi anlatmadı?"
diyor.
Buralarda 80'li yıllarda, belki aslında daha da önce, ağır hasar almaya başlayan evlilik kurumunun kerameti, bir nevi her genç kadının evlenme mecburiyetinden ortaya çıkıyordu. İyi, kötü, berbat, her evlilik mühim ve ne olursa olsun hayırlı uğurlu, büyülü ve kutsaldı.
Ya ne yapacaktınız başka? İş, güç? Sosyal hayat? Aşk meşk?
Oturacak ev bile vermezlerdi belki.
Alternatifi, ne kadar güzel, akıllı, başarılı olursanız olun "kız — kurusu" hayatıydı. En iyisi, bulup birini evlenmek ve mutlu ya da mutsuz, işin manevi afyonuna kapılıp gitmekti.
Bu zihniyetin ancak kırıntıları kaldı.
Anneyim, pişmanım!
Yıl 2002. Aylardan Eylül.
Altı kişi oturmuş konuşuyoruz. Üçümüz anne. Üçümüz değiliz. Taze anneler bu ender sosyalleşmeyi yudum yudum içiyorlar.
Yıl 2002.
Ve ilk kez ailesini terk edip tek başına yaşayan, ilk kez geceleri kız kıza gezip tozabilen bizim kuşaktan, yine ilk kez daha önce duymadığımız sözler duyuyoruz.
"Çocuk sevgisi insanın aklını başından alır, annelik, kadının hayatında önemli şeydir"e aslında o kadar da katılmayan yeni anneler itiraf ediyorlar. Yazının girişinde bahsettiğim Sibel dökülüyor: "Hayatım alt üst oldu!" Ve hemen toparlıyor: "Yani tabii şimdi çok seviyorum ama..."
Şimdi beş yaşında kızı olan bir başkası: "İlk doğum yaptığımda 'Anne oldum, hayata başka gözle bakıyorum' gibi bir şey hissetmedim. Tam tersi, çocuğu görmeye tahammül edemiyordum! Evden çıkamıyorum, süt vermem lazım, uykusuzluktan perişanım.
İşimi, arkadaşlarımı özledim. Psikologa gitmeye başladım. Birden anladım ki ben çocuk istemiyormuşum, etrafın dolduruşuna gelmişim!"
Biz, çocuksuzlar, gözlerimiz yuvalarından fırlayarak dinliyoruz!
Hani çok kutsal bir şeydi bu iş? Hani çocuğu kucağına alınca insanın feleği şaşıyor, hayatın anlamı çözülüyordu?
Herkeste öyle olmuyor muydu yani? Yalan mı söylediler bize yıllarca?! Üçüncü anne de dökülmeye başlıyor: "Doğrusunu isterseniz ben de ilk bir sene çocuğa karşı pek bir şey hissetmedim. Birbirimizi tanıdıkça iletişim kurmaya başladıkça sevdim. Ama ben sevgililerimi de severdim!"
İyi mı?!
Haydi, dökülün bakalım!
Derken biz çocuksuzlar da itiraflara başladık:
"Ben hamilelikten korkuyorum, doğumdan korkuyorum, işimi bırakmak istemiyorum."
"Ben ömür boyu birinin sorumluluğunu istemiyorum. Kendim için yaşamak istiyorum. Hayatımdan memnunum, hiçbir şey değişmesin!"
"Ben çocuk sevmiyorum. Sinirime dokunuyorlar."
Kimimiz büyük konuşup "asla" dedi, kimimiz biyolojik saatinin vücut kimyasını esir aldığı ve sabah yataktan "Bırakın beni çocuk yapacaaaaam!" diye kalkacağı güne kadar beklemeye karar verdi! Anlaşılıyor ki, en azından bazı insanlar için, çocuk sahibi olmakla ilgili hikâyelerin çoğu birer mitos. Çocuk yapmak; evlenmek, ev almak gibi... Yalnız tabii, onların aksine geri dönüşü yok.
Kendini hazır hissedeceksin, emin olacaksın, mucize beklemeyeceksin, sorumluluktan kaçmayacaksın, bir sürü şeyi göze alacaksın. Sonrası heyecanlı ve genellikle keyifli.
237
238
Yıldız yağmurları, periler, keman çalan melekler beklemek saflıktan başka bir şey değil. O zaman çocuk yapmayı yeryüzündeki en büyülü olay gibi anlatan anneler palavracı mı?
Yoo.
Hayatlarımızdaki başka boşluklara doldurduğumuz bir şey mi acaba annelik? Bize bağımlı, tehlikesiz, ne zamandır bulamadığımız, şahane bir sevgi mi mesela?
En sonunda etraftaki herkesten saygı, ilgi ve ihtimam? Bir konuda çok başarılı olabilme ihtimali? Yapılacak bir iş, bir meşguliyet? Hep isteyip durduğumuz, bize tamamıyla verilmiş bir sorumluluk?
Ve artık bazı kadınlar, hayatlarındaki boşlukları doğru malzemeyle, istedikleri gibi doldurmaya başlayınca, melekler de kemanlarını koltuklarının altına sıkıştırıp gidiyorlar mı?
"Mecburiyet", "tercih" olunca gerçekleri konuşabilme cesareti mi ortaya çıkıyor?
Anneler saatlerine bakıp homurdanarak ufak ufak evlere dağıldılar.
Hava henüz kararmamıştı, keyfimiz yerindeydi, biyolojik saatler sakindi. Biz de kalkıp ilk gördüğümüz sinemaya daldık!
GAYET CIDDIYIM! - Gülse Birsel | Alıntıdır
7 Kasım 2008 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder