Zaten eger moda insana yakisansa, bu yil modaya çok az insan uyabilecek.
Sezon modasindan örneklerle açikliyorum: Bu yil tay t moda!
Üstelik öyle eskiden oldugu gibi üzerine bol kazaklarla falan degil. Tayti giyiyorsun, üzerine kisa bir bluz
vs., beline kemer! Türk kadininin dogurgan kalçalari için birebir! Genetik özelliklerden, tayti eliyoruz.
Bu yil mikronum etekler moda!
Öyle dizin bir karis üstü falan degil. Etegin kendisi bir karis olacak. Birincisi güzel, kasli bacak lazim, ki
yine genetik özellikler, beslenme ve spor aliskanliklarindan azicik riskli. Daha da önemlisi, modada Türk
erkegi faktörü! Koca, baba, sevgili, nisanli, agabey... "Bu etegi giy, senin bacaklarini kira-rim"dan,
"Hayatim, senin kalitene uymuyor"a genis bir muhafazakâr sahtekârlik yelpazesi. Ya bosverin degmez, ya
da altina yine çok moda olan kalm mus çoraplardan alacaksiniz.
Bu yil dantel moda!
Bir seyin kenarinda menarinda degilse, hemen vazgeçin. Dantel demek +5 ila 10 yil demektir. Hiç
bulasmayin. Yasinizdan olgun göstermek istiyorsaniz, baska!
Bu yil renkli naylon çoraplar ve renkli ayakkabilar moda!
Yani pembe çorapla sari topuklu ayakkabi giyeceksin mesela. Sehirlerimizin sartlari modayi
sekillendiriyor tabii. Nisantasi, Etiler, Bogaz disinda, hatta oralarda bile, söyledigimi yap bakalim.
Arabalardan gelen laflarla, teyzelerin "Aa ne giy-mis"leriyle, selpakçi çocuklarin alaylariyla ugras, renkli
giyinecegim diye. Bir de yagmur çamur olsun o pembe çoraplar, sari ayakkabilar, gör bakalim. Veto!
Bu yil streç pantolonlarla, dizüstüne kadar gelen yüksek
çizmeler giymek moda! Üzerine de kisa ceketler. Düz balerin ayakkabilari da moda! Ha bir de saten dar
etekler.
Veto, veto, veto! Türk kadini dar omuzlu, ince belli, genis kalçali ve kisa bacaklidir, yukaridakilerden
kaçinmalidir. Öyle degilseniz dükkân sizin! Ben genele hitap ediyorum tabii.
O zaman ne giyecegiz?
Topuklu ayakkabilara, çizmelere dadanacaksiniz. Yine yilin modasi yüksek belli evaze, dizüstü
eteklerden edineceksiniz. Bunlari dar gömlekler, kazaklar, kisa ceketlerle giyeceksiniz. 60'larin çizgisinde
dizüstü geometrik desenli ceketler, paltolar da edinebilirsiniz. Ama desenleri enine olmasin. Illa saten
giyecegim diyorsaniz, siyah saten gömlekler alin.
Ben daha ne yapayim? Bu kadar laftan sonra sizi 120 santim kalçanizla tayt giyerken görürsem
yapacaklarimdan sorumlu olmam, ona göre.
Iste moda budur,
iste okuyucuya hizmet budur!
Kadin yazar aci çekmeli mi?
Kültür, sanat, edebiyat dergilerini nasil bilirsiniz?
Picus öyle degil iste.
Sadece 300-500 tane satan kitaplarin okuyucularina, birbirini taniyan, ayni kafelerde ayni sohbetleri
yapan küçük bir gruba degil, genel anlamda "kültür tüketicisine" hitap ediyor.
Simdiye kadarki kültür sanat dergilerinin malzemesine, popüler isimlerle yapilmis egenceli röportajlar,
keyifli tartismalar da eklenmis. Picus, renkli bir edebiyat dergisi. Üstelik içeriginde müzik, sinema, tiyatro,
resim, çizgi roman vs. de var.
Vivet Kanetti, daha önce okumadigim Colette adli yazarin kitaplarini tekrar çeviriyormus mesela.
Vivet'in çevirisi eminim çok güzel olacak, ama öyle cazip anlatmis ki Colette'i, eski Azra Erhat
çevirilerinden de alip hemen okumak istedim.
Colette, 1800'lerin sonunda, 1900'lerin basinda Fansa'da yasamis, baskin bir karakter. Basarili bir
yazar olmanin disinda ahlâk kurallarim zorlayan, yasanabilecek her seyi yasayan bir kadin.
Vivet Kanetti, bizde, iyi kadin yazar mertebesine ulasmak
için, genel olarak aci, kendini feda etme, mutsuzluk asamalarindan geçmek, böyle konulardan
bahsetmek, "insanligin bütün yükünü tasimak" gerektigini söylüyor. Colette ise bunlarin tam tersi. Keyfine
göre sürdürüyor hayatini, arzu ettigi her seyi en dogal hakki kabul ediyor, mutlu, eglenen bir kadin. Bir
hedonist.
Ha, bakin, Picus'a da simdiye kadar çikmis edebiyat dergilerinin Colette'i denebilir bazi açilardan.
Keyifli, renkli... Aci, agirlik, karamsarlik yok!
Bakin bakalim.
Giremezsin hemsehrim, çok kalabalik!
Önce sanki görgü kurallari, misafir agirlama sanatindan girer gibi yapip, sosyo-ekonomik, politik
mesajlara kadar varacagim, îste böyle sag gösterir sol vururum. Korkun benden.
Ideal bir partinin davetli sayisi kaçtir?
Veya bir yemek davetinin?
Evde misafir agirlamayi sevenler bilir. Bunun hassas dengeleri vardir.
Bir kere, yemek daveti oturmali mi olacak, açik büfe mi?
Oturmali yemek yapacaksaniz, yemek masanizin boyu, dost seçiminizde belirleyici olacaktir!
Masa uzun, açilabilir, on iki kisilik ve siz de kalabalik bir davet mi istiyorsunuz? Son bes yildir davet
edemediginiz herkesi çagirip, mecburen "kaynastiracaksiniz"! Isyerinizdeki ciddi, gözlüklü bölüm sefinizle
liseden beri beraber "âleme" aktiginiz arkadasiniz nasil kaynasacak, o sohbet yeteneklerinize ve alman
alkol miktarina bagli tabii!
Masa sekiz kisilik mi? Kuzeninizin, hep onlarda gördügünüz, size gelmek için can atan komsularini
listeden atin, zaten bir iki kisi disinda kimse onlari sevmiyor!
Alti kisiden yukari çikamiyor musunuz? O zaman çagirdiginiz herkesin çift olmamasina dikkat edin,
bayginlik geçirirsiniz !
"Herkes bir anda aradan çiksin"cilardansaniz, açik büfe yapacaksiniz. Alti çesit salata, dönerci falan
demiyorum. Normalde yaptiginiz yemekleri daha çok yapip, bir masanin üzerine tabaklar ve çatal
biçaklarla koyuverin, sonra keyfinize bakin!
Hanim, büfe açildi, sofrayi kur!
Ne yazik ki, ev sahibi için hayat kurtarici "açik büfe", Türkler tarafindan deforme edilmis bir kavramdir.
Örnegin tatil köylerinde açik büfe, ailenin kadininin büfeden herkes için yemek alarak, ekmegi, karisik
salatasi, karisik izgarasiyla sofra kurmasi, bunlarin hep birlikte yenmesi demektir. Yemegin sonunda, anne
yine kalkip bu sefer de, babanin "Sekerpareden bol al" gibi talimatlari esliginde ortaya karisik tatli alir.
Bizde açik büfe budur!
Davetlerde de, açik büfeden tabaga bir seyler alip ayakta sohbet ederek yemek pek tercih edilmez.
Herkes, gerekirse garsona bahsisler vererek, ufak bir masa sandalye edinir ve oturarak yer.
Sizin açik büfenizde de bu muhtemelen olacaktir. Ayakta durmak, hatta kanepeler bile tercih
edilmeyecek, davetliler, en uyaniklar basta olmak üzere, yemeklerin kondugu masanin üzerindekileri ufak
ufak ittirerek, geceyi bir oturmali davet haline getireceklerdir!
O zaman yapilacak sey sudur: Masada oturabileceklerin en az iki kati insan çagirilmalidir, ki, sona
kalanlar salonun oturma bölümünde açik büfe sövalyeleri olarak kalsin. Demek ki, açik büfe deyince en
az on bes kisiden baslayacaksin!
Kimisi de açik büfe sevmez; ek masalarla, yirmi bes otuz kisiyi oturtup yemek verir!
iste burada is hassaslasiyor!
AB masasinda yer yok, kusura bakmayin!
Kafadan uydurmuyoruz, International Herald Tribüne yazmis.
Yazar Thomas Fuller sunu tartisiyor yazida: Brüksel'deki Avrupa Birligi'nin merkezi renove ediliyor ve
daha kalabalik bir toplulugun bulusacagi sekilde tasarlaniyor. Artik 15 degil 25 üyeli Avrupa Birligi'nde,
bu kadar büyük bir kalabalik bir masanin etrafinda toplanip eskisi gibi diyalog kurabilecek mi?
Yeni AB salonunda her yerde insanlarin birbirinin yüzünü görmesi için ekranlar var, ve masa,
birçoklarina göre oval olmasi gerekirken dikdörtgen!
Oxford Üniversitesi'nden bir profesör konuyla ilgili "Kâbus gibi, bu Avrupa Birligi'nin isleyisine büyük
bir darbe olabilir," diyor! Amerikali bir politik psikoloji uzmani ise: "15 kisi, genel olarak küçük grup
dinamiginin üst siniridir. Bunun üzerine çiktiginizda yüz yüze görüsmeler zorlasir ve spontane tartismalar
çigirindan çikip verimsizlesir" fikrinde!
Fuller'a göre eskiden diyalog ve tartismanin oldugu yerde artik sadece söylevler olabilir!
Aklimiza hemen ayni sey geldi degil mi?
Yirmi bes kisinin bile diyalog için fazla bulundugu bir ortama biz ne zaman ve nasil gireriz?
Ya da, Türkiye'yle ilgili görüsmeler yapilirken bu kalabalik, dikdörtgen masa avantaj mi olur, dezavantaj
mi?
Kuzenin sevilmeyen komsusuna benzemeyelim?
Açik büfe mi yapsalar acaba? Belki o zaman geleneksel aliskanlikla uyanik davranip masaya
oturuverirdik...
Tamamen tesadüf mü? Yoksa...
Bu yaziyi okurken, alta bir de Alacakaranlik Kusa-gi'nin müzigini koyun! Diu diu diu diu, diu diu diu diu!
Bahsetmek istedigim türden olaylarin konu edildigi haberleri, genellikle Amerikan tabloidlerinde okur
insanlar.
Maalesef ayni tabloid gazetelerde, "Nisanlisinin uzayli oldugunu ögrenince, onun antenlerini söken
kadin!" türünden arastirmaci gazetecilik örnekleri de olur. Hatta haberin görsel malzemeleriyle beraber.
Üstsüz bir kadinin "uzayli adamin antenlerini sökerkenki robot resmi" gibi!
Bazi haberler de fazla "inanilmaz ama gerçek" olduklari için, New York Times'ta falan degil ancak böyle
gazetelerde yer bulurlar. Evlat edinen bir kadin, çocugun, yedi yil önce kaybolan bebegi oldugunu ögrenir.
Veya numaralarla ilgili hikâyeler. Yedinci ayin yedisinde dogmus, yedi defa is degistirmis adamin yedi
çocugu olur ve yedi katli bir binadan düserek 77 yasinda ölür!
Kimi Tanri'ya baglar, kimisi sansinin açik oldugunu düsünür. Cevabi bilmiyorum! Ama herkes gibi tuhaf
hikâyelerim var!
Saat kulesinin esrari!
1950'ler. Annem ve babam evlilige giden bir flörtün orta yerinde kavga edip ayriliyorlar. Ciddi ama, bir
daha birbirlerini görmemeye kararlilar! Annem bir gece söyle bir rüya görüyor: Beyazit'taki Istanbul
Üniversitesi saat kulesinin önünden geçiyor. Saate bakiyor, bire bes var. Derken karsidan gülerek babam
gelmeye basliyor. Böyle bir rüya.
Ertesi gün annem baska bir sebeple Beyazit'a gidiyor, ve evet, dogru tahmin, bir is için oradan
geçmekte olan babamla karsilasiyorlar. Annemin gözü ister istemez saate gidiyor ve kani donuyor: Saat
tam bire bes var! O gün, o karsilasmayla barisiyorlar ve birlikte 50 yili deviriyorlar.
Öyle baskalarinin sirlarini anlatmakla olmuyor degil mi? Kendimden de örnek vereyim.
1990 yili. Bogaziçi'nde okuyorum. Gazetecilik mazetecilik hiç aklimda yok. Bir arkadasim, Elvin Aydin,
Sabah Dergi Grubu'nun Bogaziçili stajyerler aradigini söylüyor ve bana arkadasi Eren'den aldigi santral
numarasini veriyor. Santrali ariyorum, ve "Ben bu telefonu Elvin'in arkadasi Eren'den", derken, santral
yarim kulak dinleyip, beni gazeteci Erel Eryürek zannediyor. "Erel Hanim, sizde Ercan Arikli'nin direkt
hatti yok muydu?" diyor ve ben cevap veremeden karsima Ercan Arikli çikiyor! Normal sartlarda büyük
ihtimalle tanisamaya-cagim ustamla böyle karsilasiyor ve hayatimi degistiren isi yapmaya basliyorum.
Kitaptaki evde oturuyorum!
Üniversitenin üçüncü yili. Master yapmak için Los Ange-les'a gitmeyi planliyorum. O bölgedeki bütün
okullara basvuru yapiyorum. Derken bir arkadasim bana Paul Auster'in Ay Sarayi kitabini hediye ediyor.
Paul Auster'm hayattaki takintilarindan biri ve en sik isledigi konu, zaten hayatin bu tür garip rastlantilari.
Ay Sara-yi'ndaki kahraman New York'ta Columbia Üniversitesi'nde
okuyor. Bir gün hayatinin çok kötü bir döneminde, (kitapta adres çok belirgin verilmis) 120. Sokakla
Amsterdam Cadde-si'nin kösesindeki apartmana gidiyor ve o ziyaretle hayati degisiyor.
Ayni günlerde bana, istemedigim halde, Columbia Üniver-sitesi'nden bir basvuru formu geliyor! Belki
üniversiteler arasi bir iletisim var, bilmiyorum. Aklimda soguk ve tehlikeli zannettigim New York'a gitmek
asla yok. Üstelik not ortalamam da Columbia'ya tutmuyor, ama yine de basvuruyu yapiyorum.
Columbia beni kabul ediyor! Ve Los Angeles'ta basvurdugum bütün üniversitelerden iyi oldugu için
gitmeye karar veriyorum. Üniversite bana bir ev de buluyor. Nerede? 120. So-kak'la Amsterdam
Caddesi'nin kösesinde!
Su anda çalisma masamin üzerinde üç adet vestiyer numarasi var. Farkli restoranlardan cebimizde
kalmis. Olan su: Paltomuzu alip numara vermisler, çikista, devamli müsteri/gaze-teci/televizyona çikiyor
gibi sebeplerden numarayi istemeden paltolari uzatmislar. Biz de vermeyi unutmusuz.
Önemli olan su: üç vestiyer numarasi da 25!
Nedir bu 25? Ne olacak bu 25?
Konuyla ilgilenenler, Paul Auster'm Kirmizi Defter'ini alin.
Fazla da kaptirmamak lazim, ama kabul edelim ki hayat cilveli bir sey!
9 Kasım 2008 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder