177
Sayın jüri üyeleri...
l
Yarışmalarda jürinin işi kızlardan daha zordur.
Kızların kendilerini göstermek için üç dört şansları vardır: ilk geçiş, kıyafetli geçiş, soru cevap bölümü, mayolu geçiş.
Birini batırsalar, ötekini kurtarabilirler.
Oysa jüri üyesinin 15 dakikalık şöhreti sadece 30 saniye sürer.
Uzun zamandır beklediğim teklifi aldım:
Bir yemek yarışmasında jüri üyesi olacağım!
Türkiye'nin önemli gurnıeleri ve bir de (nedense) ben, oturup, birbirinden iddialı yemekleri tadıp not vereceğiz.
"Hmm, evvveeet. Doygun bir tat. Türk motifleri de var. Bir yandan da gerçek bir 'nouvelle cuisine' örneği."
228.
Hem hapur hupur atıştırıp hem ukalalık edeceğiz yani.
İkisini de severim!
"Jüri üyesi olur musunuz?" dediklerinde önce korktum. Kısa bir süre önce bir mankenlik yarışmasında jüri üyeliği yapmışhğım var. Kazık bir iş. O tür bir yarışma zannettim.
"Bu yarışmalara katılan genç kızların Barbi olmak yerine, yaş itibarıyla, evde Barbi oynuyor olmaları gerekmez mi?" tartışmasıyla ilgili bir zorluktan bahsetmiyorum.
Çok genç yaşta çalışmaya başlamak herkesi vaktinden çabuk olgunlaştım ve ideal bir durum değildir.
Ama özellikle Türkiye'de, çocuklara yaptırılan bazı işlerin mankenlikten daha zevksiz olduğu kanısındayım.
Oto tamiri, halı dokuma, sokakta simit/selpak satma, ayakkabı boyama gibi uğraşlar, inanın, kameraya bakarak gülümsemek ve podyumda yürümekten daha zordur.
Ayrıca, modellik yapmak yerine, mesela, günde 12 saat halı dokumayı 'tercih eden' bir kızımızın kazancının da 20'ye l oranında daha düşük olduğunu hesaplayabiliyorum.
Ama problem şu:
Bu yarışmalarda "En güzel kızı" seçiyorsunuz.
Bu ne demek? "Geri kalanlar çirkin. Bambaşka hayaller kurmaya başlamak, ya da bunalım geçirmek üzere evlerine gidebilirler!"
Yine de kabul ettim.
Jüri selamını atlatırsan geçtin!
Elbette, bir büyük otelin salonunda toplandık.
Bir masaya dizildik. Karşımızda uzunlamasına podyum. İki yanında seyirciler oturmuş.
Podyum karanlık, ama ne hikmetse jüriye spotlar tutulmuş. Dolayısıyla herkes bize bakıyor!
l
Yarım saat kadar kâh sırıtıp kâh aramızda konuşuyor gibi yaparak, ve de utançtan ölerek öylece bekledik. Bu esnada, seyirciler bize puan vermek için bol bol vakit buldular. Ford Model Ajan-sı'nın Amerikalı temsilcisinin makyajı iyiydi. Moda fotoğrafçısı Hasan Hüseyin'in saçları ve Yıldırım Mayruk'un ceketi de fena puan almamıştır zannediyorum. Ben dore ayakkabılarıma güveniyordum, ama ne yazık ki ayaklarım masanın altında kaldı.
Kendimizi mayolu geçiş için hazır hissetmeye başlamışken, ışıklar karardı ve sunucu sahneye çıktı.
Yarışmalarda jürinin işi kızlardan daha zordur.
Kızların kendilerini göstermek için üç dört şansları vardır: İlk geçiş, kıyafetli geçiş, soru cevap bölümü, mayolu geçiş.
Birini batırsalar, ötekini kurtarabilirler.
Oysa jüri üyesinin 15 dakikalık şöhreti sadece 30 saniye sürer: "Bay/Bayan Falan Feşmekan, Carcurt kurumunun bilmenıne 2. başkanı," dendiğinde, ne çok geç, ne çok erken, doğru zamanlamayla hafifçe doğrulmanız, seyirciye (ne sağ, ne sol sırayı unutmadan) başınızı belli belirsiz eğerek selam vermeniz, bu esnada çok yılışmadan zarifçe gülümsemeniz, daha da önemlisi asla objektiflere bakmamanız, bir de işi uzatmamanız, ama çok da kısa kesmemeniz gerekmektedir.
Küçük bir hata sizi bitirebilir!
Diyelim ki isminizin okunması bitmeden aceleyle ayağa kalktınız...
Bunu hissettiğiniz için utanıp aceleyle hemen oturmayı planlarken, yüzünüzdeki gülümseme yerini endişeli bir panik ifadesine bıraktı.
Üstelik erken oturduğunuz için, sunucunun isim okuma ritmini bozdunuz.
Jüri içindeki ağırlığınız bitti demektir. Sizin verdiğiniz puana puan denir mi artık?!
Ya yarışmayı televizyondan seyreden arkadaşlarınız? "Ay, nasıl heyecanlıydın, hop oturdun, hop kalktın, GÜL GÜL ÖLDÜK!"
122
•DP
On yıl bunu dinlersiniz!
Bunları düşünerek ismimin okunmasını bekledim ve müteakip saniyelerde dikkat kesilerek her şeyi dört dörtlük yaptım.
Sandalyeden doğruluş açısı ve yüksekliği, zamanlama, baş hareketleri kusursuzdu. Yalnız kendimi kasmaktan, yüzümde, gülümseme yerine "Iııy, nereden geldim buraya!" şeklinde bir ifade belirmiş olabilir.
Kızların geçişi başladı.
Milli kozmetik!
ISO. İtiraf etmeliyim ki, mankenlik ve fotomodelliğe en uygun ırk
olduğumuzu düşünmüyorum.
Ancak 1942 yılında "Bütün güzellik, makiyaj, ve zarafet meselelerinin cevabını veren kitap" olarak tanımladığı "Güzel Kadın" adlı esere imza atmış Cemil Cahit Cem'e de şu hususta katılıyorum:
"Türk kadınlarının bacakları, daima, Avrupahlarmkine nispetle güzel olmuş, hele ayaklarıysa birçok Avrupalı seyyahların hayretlerini celbedecek kadar ufak ve zarif kalmıştır. Bu, bizim asil ırkımızın şükre değer bir hususiyetidir!"
Alın size "milli kozmetik!"
Yazar şunu da belirtmeden geçemiyor: "Bugünün ayak ve bacak hatalarının mühim ve belli başlı bir sebebi, dümdüz asfalt caddelerdir. Bıı suretle, ayaklar yerin intizamsızlığına uyarak hisle-i'ile basacakları yerde, hep ayni şekilde basmaktadırlar. Binaenaleyh, ekseri caddelerimizin Avrupanmkiler kadar muntazam olmayışım, biraz da hoş nazarlarla karşılamalıyız!"
Caddeler 2002 itibariyle hâlâ engebeli olduğundan mıdır nedir, bizim kızların ayaklan, bacakları gerçekten güzel.
Fakat yürüyüşler içler acısı.
Mankenlik kursuna gitmiş bir ikisi dışında, zıplaya zıplaya yürüyenler mi istersiniz, yengeç gibi yan yan salınanlar mı, heyecandan tek kolunu oynatmayı unutup sakat gibi adım atanlar mı?
Jürinin önüne gelip, elini beline koyup, kısa bir süre durup gülümsemeye sıra gelince işler daha da karıştı. Öyle reveranslar var ki, bizim Ayşe Hanım'ı aratır.
Top model Ayşe Hanım!
Ayşe Hanım iki yıldır bizim evde çalışıyor. 80'li yıllarda Bulgaristan'dan göç etmiş. Dolayısıyla Türkçesi oldukça iyi, ancak arada aksıyor ve ne dediğini çıkaramıyoruz.
İlk geldiğinde, Bulgaristan'da ne iş yaptığını sorduk. "Mode-lidim" falan gibi bir şeyler söyledi. 'Herhalde mankenlik yapıyordu gençliğinde,' diye düşündük. Neden olmasındı?
Ayşe Hanım l .80 boyunda, güzel yüzlü bir kadın.
Gucci defilesinde değil ama, mesela Olgunlaşma Enstitü-sü'nün amatör ekspozisyonları havasında bir gösteride veya prova mankeni olarak Ayşe Hanım'ı pekâlâ gözümüzde can-landırabildik.
Veya bir katalog çekiminde:
Arkada Sofya manzarası, önde mavi tulumuyla Ayşe Hanım, elinde tost makinesiyle gülümsüyor.
Biz Bulgaristan'ın ünlü mankeninin, neden bizim evde dolma sararak vakit geçirdiğini düşünürken, gerçek ortaya çıktı: Ayşe Hanım "modellik" değil, tekstil fabrikasında "modelistlik" yapmıştı!
Bu haber Ayşe Hanım'ın bizini gözümüzdeki eksantrik kişiliğinden hiçbir şey götürmedi,
Ne zaman ki içinde merdiven olan bir eve taşındık, Ayşe Hanım'ın yürüyüşü değişti!
Eskiden bezgin bezgin sürüklenen kadın, "Ayşe Hamım!" diye çağırıldığını duyunca koşar adım, boyun dik geliyor, karşımızda duruyor. Dizlerini kırıp reverans yapıyor ve "Buyrun efendim!" diyor!
181
182
İngiliz dizileri çizgisinde, merdivenin tetiklediği bir değişim!
O sanki Ayşe Hanım değil de, bir Mrs. Dashwood. Salona giriyorum, eldivenlerimi çıkarırken, gelip reveransını yapıyor.
"Mrs Dashwood," diyorum, "lütfen kütüphaneye çay getirin. Ayrıca doğu kanadındaki yemek odasının şöminesini yakın. Erkekler avdan dönmek üzeredir. Mutfağa haber verin, bu akşam bıldırcın yiciiz."
Mrs. Dashwood (Jane Austen'ı saygıyla anıyoruz!) yine reveransını yapıp odadan çıkıyor.
Halbuki ben bi kola istemiştim!
Yarışmaya dönersek...
Mayolu geçiş, tuvaletler vs.
Jüri üyeliğinin son anları manevi bir işkence oldu. Onlarca genç kız gözünüzün içine bakıyor. İşimizi çabucak bitirip, önde üç kız sevinç, arkadaki diğerleri hayal kırıklığı gözyaşları dökerken, sessizce dağıldık.
Patlıcanlı böreğin bozulması, marine edilmiş levreğin depresyon geçirmesi gibi bir ihtimal yok.
Onun için yemek yarışmasının jüri üyeliğini iple çekiyorum...
Çirkin kadın yoktur!
Bakım yaptırmamış kadın vardır. Ancak bu kozmetik işleri o kadar karıştı ki, neyin neye yaradığını öğrenmeye çahşmaktan-sa, çirkin kalmak tercih edilebilir. Temel'e sormuşlar "Güzel mi olmak istersin, aptal mı?" diye. O da "Güzellik geçicidir," demiş! Onun gibi.
Son zamanlarda kafam tamamen karışmış durumda.
Yıllarca Bazaar dergisini çıkardım.
Bakımdı, kozmetikti mevzularında bir şeyler öğrenmiş olmam
gerekir, değil mi? Zaten problem de tam anlamıyla bu. Yarım yamalak bilgi!
Cildi nemlendireceksin, temiz tutacaksın. Bunları herkes bilir.
Ama ya vitamin konusu? Cilt vitaminsiz kalmamalı. Bu arada alfahidroksi asitlerle vitamini birlikte kullanırsan cilt tahriş olabilir.
Göz çevresiyle dudak çevresi de ayrı bir konu. Serbest radikallerden korumak için özel kremler var. Kolajenin cilt altına enjekte edilmedikçe, krem halde etkisi yokmuş. Her şey aslında Q10 denen maddede bitiyormuş.
Boyun olayı bambaşka.
Eller, kollar, selülit vs. hususlarından bahsetmiyorum bile!
Sürsek sürsek, ne sürsek?
Eğer yirmili yaşlarınızı bitirdiyseniz, yaşlılık başlangıcı belirtiler başlasa da başlamasa da, kozmetik konusuna derinlemesine eğilmekte yarar var. Önlem açısından.
Ama bu da göründüğü kadar basit değil.
Televizyonda yeni çıkan bakım kremlerinin reklamlarını seyrediyorum: "İşte, İsviçre bilmemne laboratuvarlarında üretilen formüle sahip krem. 15 günde mucizeyi göreceksiniz. Çünkü bu krem hem alfahidroksi asitler hem de glikan içeriyor. İkisi bir arada."
Hay Allah. Ben bunları hep ayrı ayrı alırdım. Onun için içimde böyle bir, ne bileyim, eksiklik hissettim hep! Ayrıca Glikan kim? Saylonluların lideri mi?
Çare yok. Oturup okuyacaksınız. Moda dergisi, ansiklopediler, tıbbi dergiler, varsa eğer öyle bir şey "Dermatologun Sesi" gazetesi, ne bulursanız!
Ya da işi profesyonellere bırakacaksınız.
Bu amaçla, Nişantaşı'nda yeni açılan, Motus (isminden de anlaşıldığı gibi çok havalı, çok şık) spor ve bakım merkezindeyim. "Size prenses bakımı yapacağız," diyorlar.
181
Heyecan içindeyim.
New age müzikler eşliğinde, şık bir odada, etrafta dişçi aletlerine benzeyen aletler, ortalarında da bornozların, havluların, altında ben!
Kremler sürülüyor sürülüyor, siliniyor.
Masajlar yapılıyor, yine kremler sürülüyor.
Uyudum uyuyacağım.
Derken bir uzman sorusu aklıma geliyor: "Sizce cildim nasıl? Önce kırışacak mı, sarkacak mı?" diye her genç kadının aklında olan, ama kolay kolay dillendirilmeyen soruyu soruyorum! Güzellik uzmanım "Hiçbir şey olmayacak!" diye fısıldıyor...
O bir melek! Ben de prensesim zaten!
Şimdi elektrik veriyoruz!
Neden sonra, elime, etrafına ıslak havlu sarılmış bir kablo tutuşturuyor:
-Gülse Hanım, ben söyleyene kadar bunu elinizden bırakmayın.
-Neden? Elektrik mi vereceksiniz? Aha aha aha.
-Evet, hafif bir akım vereceğiz! Ne? Nasıl ya?
-Yüzünüze saf oksijen sürüyorum. Elimdeki metal aletle yüzünüzde gezinip, cildinize vücudunuzda olan, düz bir akım vereceğim. Böylece oksijen, cildinize işleyecek.
Niye böyle şeyler hep benim başıma gelir ki? Otur evinde, nemlendiricini sür, kitabını oku. Al sana prenses bakımı! Elimdeki uçtan da minik minik iğne batmaları başladı mı sana!
-Benim elime iğneler batıyor. Kaç volt bu elektrik?
-Gayet normal. Bu etki ettiğini gösterir.
Kötürüm kalayım da gör! Ondan sonra cildin güzelmiş, ne işe
yarar.
Elektrik faslından sonra, bu defa diş oyma aletlerinin vızır vızır iğrenç sesine sahip başka bir metal uçla, farklı bir bakım daha yapılıyor yüzüme.
Artık alıştık ya, kuzu gibi yatıyorum!
Ben aslında İskandinavım!
Ardından yine kremler, yine masajlar. Çıkışta muhallebi kıvammdaydım. Aynaya bile bakmadım. Kapıda bir arkadaşımla karşılaştım. Hoşbeş bitince şöyle dedi: "Kendini yorma, git eve uyu!" Anlam vcrcmeyip yoluma devam
ettim.
Bir çorapçıya girdim, alışveriş yapıyorum, satış elemanı bir süre hiçbir şey çaktırmayıp, sonra aniden kafasını kaldırıp bana şöyle dedi:
-Siz hasta mısınız?
-Yoo.
-Hayır, bembeyazsınız da. Ekranda daha şey duruyordunuz.
Aynaya bakmamla yerimden sıçradım!
Karşımda benim Norveçli versiyonum duruyordu!
Elektrikti, kremdi derken, yazdan beri biriktirdiğim, sonra Ma-uritius'a gidip özenle cila çektiğim, dokunmaya kıyamadığım tüm güneş yanığım silinmişti. Derimi kaç kat soyduklarım biliniyorum ama, bebekliğimden beri bu kadar beyaz olmamıştım!
Yalnız hakkını vermek lazım.
O gün bugündür cildimden pek memnunum, pek iltifat aldım.
Diyeceğim odur ki, ya kendinle fazla uğraşmayacaksın, ya da uzmanından tavsiye alacaksın.
Demek ben elektrik akımından şikâyet ederken, o esnada epidermis tabakası bayram ediyormuş. Ben atalarımın arasında bir İskandinav olup olmadığım merak ederken, meğer ko-lajenler Q10'larla el ele vermiş, karnaval düzenlemişler!
Glikanları bilmiyorum, onlardan haber çıkmadı...
GAYET CIDDIYIM! - Gülse Birsel | Alıntıdır
7 Kasım 2008 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder