7 Kasım 2008 Cuma

GAYET CIDDIYIM! - Gülse Birsel | HASTALIKTA, SAĞLIKTA VE BÎLİMUM EVHAMDA....

l
155
Hastayım, yaşıyorum!
Baktım grip oluyorum, gittim eczaneye. "Ver evladım oradan,"dedim, "antibiyotik,parasetamol,pastil, boğaz fıs f ısı, ne varsa." İnsanın memleketi gibi yok. Amerika'da olsa günlerce sürünecektim. Neden mi?
Patlayacağım!
Hastayım ve evde oturuyorum.
Grip oldum. Şu ara herkes grip.
Bu "herkes" lafına bayılıyorum.
Arkadaşlarıma "Grip oldum," diyorum. "Yaa, herkes hasta bu aralar," diye cevap veriyorlar. Herkes hastaysa pencereden baktığımda dışarıda gördüğüm sağlıklı yüzlerce insan kim?
"Herkes" fonetik olarak da çok ilginç. Yedi sekiz kere tekrarlayınca anlamını kaybediyor. Çünkü "kes" insan demek değil ki. "Her kes" ne demek? "Her kez," olsa "bütün defalar" olur ama...
Evde oturup bunları düşünüyorum. Durum vahim. En son 5 yaşındayken hafta ortaları evde oturmuş biri için çok berbat günler...
Evin içinde dolaşıp, resmin köşesine, koltuğun kıyısına, vazonun ötesine, halının berisine takılıyorum. Ev kadınlarım anlamaya başlıyorum.
Genç kadının nesi var, doktor?
156 , — da.
Neyse ki çok berbat bir soğuk algınlığı değil bu.
1995'te öyle bir grip geçirmiştim ki... Bak tarih bile akhm-
Boğazımın acısından hiçbir şey yutamıyorum, geceleri uyuyamıyorum. Sürekli ateşim var.
İkinci gün zar zor kalkıp okulun sağlık merkezine gittim. Kapıda kuyruk. Herkes hasta (işte o herkes!), ama kimse benim kadar kötü değil.
Ayıptır söylemesi, New York'ta okurken oluyor bunlar. Yabancı ülkede kapılan virüs inşam daha çok etkilermiş, söylenenlere bakılırsa. Bağışıklığın yok ya...
Kültür aldılar, tahliller, şunlar bunlar.
Dediler ki: "Bakteri yok, antibiyotik vermeyeceğiz. Grip olmuşsunuz. Dinlenin, meyve suyu için, çay için, pastil alın, dört beş günde geçer."
Bir hastalık hastası için pek tatmin edici bir tedavi değil. Ben iğne falan versinler istiyorum.
Yok. Eve git, uyu, bekle ki geçsin.
Antibiyotik için ruhumu satacağım. Eczaneler antibiyotik isteyenlere morfinman muamelesi yapıp, reçetesiz kutusunu bile göstermiyorlar. Zaten doktor da "Antibiyotik alma," diyor. Reçetesiz alabileceğiniz soğuk algınlığı ilaçları da uyku vermekten başka bir işe yaramıyor.
Eve döndüm.
Sabahtan akşama kadar çay, meyve suyu, çorba, pastil. Geçmek ne kelime? Daha kötü oldu. Bir gün, iki gün. Yine sağlık merkezi.
Kültür, tahlil, muayene: "Bir şey yok. Grip olmuşsunuz, zaten salgın. Uyuyun, dinlenin, bol sıvı alın, geçecek!"
Boğazımın acısından uyuyamıyorum ki. Sesim de kısıldı mı sana! Bademciklerimde ender rastlanan bir mikrop olduğuna eminim.
Alfred Hıtchcock'un kâbus sözleri aklımda: "Şişmiş bir boğaz için çok iyi bir tedavim var: Kes gitsin!"
Bademcik acısıyla dolu, yarı uyur-yarı uyanık bir sabaha karşı, hastalık hastası yanım, hayal gücümle elele vermiş, Acil Servis dizisinin en dramatik bölümünü yazıyor:
-Bu genç kadının nesi var, doktor?
-Yabancı bir öğrenci, durumu çok kritik. Ender bulunan bir virüs. Vücuda bademciklerden girip bağışıklık sistemini göçert-miş. Buraya getirildiğinde şuuru kapalıydı. Bir, iki, üç, ver!
(Doktorlar, elektrik şoku veren, seyahat ütüsü gibi aletlerle göğsüme bastırıyorlar, yataktan iki metre havaya zıplıyorum!)
-Neden daha önce müdahale edilmemiş doktor?
-Bu ilginç virüs, gribe benzer belirtilerle vücudu yormaya başlar. Oradan eklemlere, karaciğere ve kalbe gider. Sonra bağırsakları düğümler(l). Okulun sağlık merkezinde teşhis edilememiş. Eve gidip yatması söylenmiş. Bir, iki, üç, ver! Tanrı aşkına, Sam, solunum makinesi hazır değil mi?
-Daha çok genç, doktor, daha çok genç!
-Kendine gel Sam, artık tıp fakültesinde değilsin! 89 saattir nöbette olduğunu biliyorum ama kendini toplaman gerekiyor dostum!
-ONU KAYBEDİYORUZ!
-Lanet olası! Şu solunum makinesi nerede?
Bu noktada tepem atıyor!
157
158
Yataktan kalkıp, sabahın yedisinde, üçüncü randevumu almak için okulun acil servisini arıyorum.
Hemşire, ismimi verir vermez beni tanıyor: "Haa, siz. Bu hafta iki kere gelmiştiniz zaten. Bakın Gals, (bana öyle diyorlar) hakikaten başka test veya muayeneye gerek yok. Hepsini yaptık. Basit bir soğukalgınhğı geçiriyorsunuz!" der demez ben KENDİMİ KAYBEDİYORUM:
"Ben burada ölüyorum! Boğazım o kadar acıyor ki geceleri uyuyamıyorum. Ateşim yüksek. Salak testleriniz beni ilgilendirmiyor! Adam gibi bir doktor istiyorum, ilaç istiyorum. Randevu istiyorum!" Güya bağırıyoram ama sesim kısık.
Fısır fısır, nefeslenerek konuşuyorum, sapık gibi!
Kadın içini çekiyor:
"Cumartesi ikide gelin o zaman," deyip çaatt diye kapatıyor.
Cumartesi ertesi gün! Yine arıyorum: "Durumum acil, bugüne randevu istiyorum!" demek isterken, aniden, beklenmedik bir biçimde Türk yanım "pörtlüyor":
"Neler yapabileceğimi biliyor musunuz? Sizi dava edeceğim. Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?!"
O anda durup dışarıdan kendime bakıyorum.
"Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz!" ne demek?
Ben bunu nasıl söyledim?
Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?
İnsanlar çaresizlik, kızgınlık, büyük üzüntü gibi duygusal patlama anlarında "özlerine" dönüyorlar.
Bir arkadaşım çok kızdığında annesini görüyormuş kendinde: "Siz de takdir edersiniz ki", "Üstüme iyilik sağlık!", "Allah sonumuzu hayır etsin" gibi anne laflarıyla, annesi gibi sesini tizleş-tirerek kavga ediyormuş!
New York'taki berbat grip salgınından iki hafta önce.
Şehrin yeni açılmış en havalı gece kulübünün önündeyiz. Ana
baba günü. Girmek imkânsız. Ama biz tüyoyu önceden almışız: "MiclıaePm arkadaşıyız," diyeceğiz.
Michael kim? Barmen mi? Michael Jackson mı? İçeride doğum günü kutlayan biri mi? Kimin umurunda. Mühim olan girmek.
Ama önümüzde bir grup problem çıkarıyor. Daha doğrusu kapıdaki bodyguard onlara problem çıkarıyor ve nedense onları içeri sokmak istemiyor. Yüzlerine bakmadan "Özel parti var," diyor ve gitmelerini söylüyor.
Gruptan orta yaşlı bir kadın, hafif aksanlı bir İngilizceyle bağırıyor: "Ben, seni, kulübünü ve ülkeni satın ahrım! Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" Amerika'yı satın almaya talip JJR kadın dönüyor ve hepimiz tanıyoruz: İstanbul'da bırakın bir yere sokulmamayı, her yerde kapılarda karşılanacak meşhur soyadlı bir Türk hanım!
Söylene söylene çekip gidiyorlar.
Biz de, her kimse, Michael'ın hatırına, şak diye giriyoruz içeri.
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" galiba oradan aklımda kalıyor...
İlaç verin, ilaaaç!
Hemşire, neyse ki "Bilmiyorum, kimsin?" diye sormuyor.
Kelimeleri heceleyerek "Du-ru-mu-nuz a-cil de-ğil!" diyor. Ama yine de beni acil servis doktoruna bağlıyor.
20 dakika konuştuktan ve adamcağıza bütün kayıtlarımı tekrar incelettikten sonra, aynı şeyleri yüzüncü kez duyuyorum: "Sıvı, pastil, uyku. Bir iki güne geçer."
Milyonlarca dolar tazminat almayı planlayarak uyuyakalıyo-rum.
Öğlene doğru kalktığımda ise bayağı iyiyim.
Cumartesi, saat ikide, randevu yerine sinemaya gitmeyi tercih ediyorum.
,f
160

Dün değil evvelsi gün. Baktım hasta oluyorum, gittim eczaneye, "Evladım," dedim Bülent Ersoy gibi, "ver oradan, antibiyotik, pastil, gargara, parasetamol, vitamin, echinacea, boğaz fısfısı, ne varsa, çekinme."
Hepsini yutup duruyorum. Nasıl mutluyum, anlatamam! İnsanın vatanı gibi yok hakikaten...
Hastalık hastalarına hizmetimizdir!
Woody Ailen 'in dediği gibi, insanlık tarihinin en güzel cümlesi "Seni seviyorum," değil, "İyi huylu çık-tı"dır! Bu noktada, yani hasta olmadığınızı öğrendiğiniz anda, gök masmavidir, güneş pırıl pırıl parlar, kuşlar cıvıldar, bütün insanlar dosttur, hay at güzeldir!
"Hiçbir şeyiniz yok," dedi doktor. Hafiften sinirlenmeye başlıyordu.
Bense kendimden çok emindim:
"Nereyi kastettiğimi anlamıyorsunuz," diye ısrar ettim. "Bakın tam çenemin altında, gırtlakta, top gibi bir şey."
Son bir haftadır boğazımda bir kist, çok sıkı bir apse, hiç olmazsa bir nodul olduğuna emindim. Şu şarkıcıların ses tellerinde
olan cinsten.
İlk fark ettiğimde çok küçüktü, emin bile olamamıştım. Ama içime bir şüphe düştüğünden beri elim hep boğazımda, yoklayıp
duruyordum.
Hatta bazen arkadaşlarımın parmağını alıp, boğazımı sıkıp, baloncuğu dışarı çıkarmaya uğraşıp "Bak, bak, orada, yuvarlak," diyordum.
Kimi fark edemiyor, kimi gülerek "Aaa hakikaten, ne komik!" yapıyordu. Duyarsız şeyler! Ben burada ölüm kalım mücadelesi verirken, aa ne komikmiş!
Bir hafta boyunca, her gecem Mayo Clinic kitabından hastalık bulup teşhis üretmekle geçti.
İnternetse bu konuda daha da zengindi.
Akıl almaz hastalıkları, hafif bir boğaz ağrısıyla başlayan insanların dehşet verici hikâyelerini okuma imkânı vardı!
Apseyse ve bu kadar zamandır oradaysa, eklemlere yerleşmiş ve hatta zarar vermiş bile olabilirdi. Belki de kalbe bile gitmişti!
Apse değil nodülse, o zaman ameliyatla kurtulurdum. Başka bir tür kistse, hatta tümörse ihtimalleri düşünmek bile istemiyordum!
Aklımı oynatmak üzereyken, doktora gittim.
En son bademcik muayenesi yaptırdığımdan beri tıp çok ilerlemiş.
Ağzınızın içine kalem gibi bir şey sokuyorlar, ucunda kamera var. Hem ekranda bademciklerinizi, ses tellerinizi falan seyrediyorsunuz, hem doktor anlatıyor:
"Gördüğünüz gibi her şey çok sağlıklı, boğazda enfeksiyon yok, burundan akıntı yok, tahriş yok."
"Göremiyor olabilir misiniz? Yani ben bir top olduğuna eminim," dedim.
Herhalde, yıllarca eğitim ve Hipokrat yemininin vermiş olduğu sabırla, "Hangi top?" diye içini çekti doktor.
Çenemin hemen altında gittikçe şişen yeri, o hızla büyüyen, vücudumu kontrol altına alan, gençliğimi kemiren korkunç nodulu gösterdim!
Doktor kamerayı kapatırken söylendi: "Onlar sizin tükürük bezleriniz! O kadar çok oynamışsınız ki şişmişler. Tükürük bezlerinizi rahat bırakın, geçer."
Woody Ailen'in dediği gibi, insanlık tarihinin en güzel cümlesi "Seni seviyorum," değil, "İyi huylu çıktı"dır!
161
\

Bu noktada, yani hasta olmadığınızı öğrendiğiniz anda, gök masmavidir, güneş pırıl pırıl parlar, kuşlar cıvıldar, bütün insanlar dosttur, hayat güzeldir!
Ancak hastalık hastalan ders almazlar. Kafamı kurcalayan son
soruyu da sormalıydım:
"Madem öyle, niye biri ötekinden daha şiş?" "Onlar hiçbir zaman eşit değildir, biri büyük, biri küçük olabilir," dedi doktor, ve ilk defa endişeyle yüzüme baktı: "Hep böyle hastalık mı kurarsınız kafanızda?" Evet, kurarım. Hem de nasıl.
Hastalık hastaları beni anlayacaklardır. Baş ağrısı, gaz sancı-^- sı, boğaz şişmesi, eklem sızısı, yorgunluk, benler, nezle, her gün olan şeyler, tedavi gerektirmeyen her basit rahatsızlık, bizim gibi insanlar için korkunç hastalıkların habercisidir.
Evlerimizde tıp kitapları bulunur ve biraz da bu yüzden, bir sürü hastalıkla ilgili yalan yanlış bir şeyler biliriz.
Kitapta sıralanan yedi belirtiden sadece birinin bizde bulunması bile, o hastalığın son aşamasında olduğumuzun kanıtıdır...
Hayatında kalp rahatsızlığıyla ilgili hiçbir işaret olmayan, 30 yaşında bir kadın, neden ikide bir elektro çektirir?
Islak saçla sokağa çıkıp boynu tutulan insan, beyin tomografisine niye ihtiyaç duyar?
Birkaç yıl önce tepe noktasına varan bu durumu, kendi halim sinirime dokunduğu için, artık kontrol altında tutabiliyorum. Tüm hastalık hastalarına, konuyla ilgili âcizane tavsiyelerim
var:
• Asla tıp kitabı okumayın, evde bulundurmayın, kendinize teşhis koymayın.
• Hastalıklarla ilgili sohbetleri dinlemeyin, sürekli hastalıktan bahseden arkadaşlarınızla ilişkinizi gözden geçirin!
• Her dakika vücudunuzu dinlemeyin. Rutin sağlık muayenelerinizi yaptırın, gerisine karışmayın. Unutmayın ki ciddi hastalıkların çoğunun ciddi belirtileri vardır.
• En ufak bir şüphede, uykusuz geceler geçirmeden, ihtimaller üzerinde durmadan, solugu doktorda alin.
• Hep 'Muhtemelen basit bir şeydir' diye düşünün. Çogunlukla öyle olacaktir.
• Günümüzde neredeyse her hastalığın tedavisi olduğunu aklınızdan çıkarmayın.
• Belki de en önemli rahatsızlığınızın bu durum olduğunu göz önünde bulundurup, ona çare bulmaya çalışın.
• İleri safhalarda hastalık hastası olmanın sebebi, her fobide olduğu gibi, çoğu zaman başka endişelere, stres ve problemlere da-yanıyormuş. Bunları bulup hayatınızdan çıkarın. ,
GAYET CIDDIYIM! - Gülse Birsel | Alıntıdır

Hiç yorum yok: