lal
Neden yogaya başladim?
Kahve, kirmizi et, hirs ve stresle beslenen kentli arkadaşlarimi terk edip, tütsü-yoga-dogal hayat grubuna nasil katildim? Ben bunu nasil yaptim!
"Yoga yap," dediler.
"Hem spor hem gevşeme. Vücudu güzelleştiriyor. Insanin ruhu da dinleniyor."
Şehir dişinda yaşayamadigim, sessizlikte daraldigim, kirsal alanlarda bunalim geçirdigim için, şüpheliydim.
Sig bir kategorizasyon vardi kafamda:
Kentli dogmuş kentli insanlar hava kirliliginden çok şikâyet etmezler. Şehrin gürültüsünü severler.
Hirsa, kirmizi ete, deri giysilere bayilirlar.
Kahvesiz ve televizyonsuz yaşayamazlar. Börtü-böcekten hoşlanmazlar.
11
Tatil günlerinde geç kalkarlar. Gece yaşamayi, dozunda stresi, hizi, ve kapitalist sistemin bütün olanaklarini severler.
Kentte dogmuş dogal hayatçilar ise şehirde olmaktan sürekli şikâyet ederler, hatta bazen şehir dişina yerleşirler.
Vejetaryen olurlar.
Kök boyalarla boyanmiş batik giysiler giyerler, bitki çayi içerler.
Hint müzigi dinlerler, erken yatarlar, yarişmazlar, acele etmezler.
Bir de yoga ve meditasyon yaparlar.
Iki gruptan birbirine geçiş de yoktur.
Bakiş açim buydu, ve hep birinci gruptakilerden olmuştum!
Sitar sesine, ham dokuma giysilere, tütsüye ve tofu'ya karşiydim.
Yoga yapanlara, ukala bir gülümseyişle "Sen şimdi erdin mi yani?", "Astral yolculuk nereye?" gibi zevzek espriler yapardim.
Ben küm, yoga yapmak kimdi.
Istanbul'da organik gida trendi başlayana ve ben bir kepekli pirinç hayrani olana kadar da ne yedigim umurumda degildi.
Kebapçilarin dostu, vejetaryenlerin korkulu rüyasiydim!
Faşist dogacilar!
Bodrum'da tatil yapiyoruz. Organik gida patlamasi henüz başlamamiş.
Yaz kiş oraya yerleşmeye karar veren, üstelik bu amaçla bir köy evi tutup burayi yer minderleri, bakraçlar, cibinliklerle dayayip döşeyen bir arkadaşim, bizi Bugday'a kahvaltiya götürdü.
Bugday "o zemanin" ender vejetaryen restorani ve dogal ürünler dükkâni. Rakipleri yok. Şimdiki gibi degilleeeer.
Isaac Asimov (bir yandan kara deliklerle ugraşirken) ne demiş?
"Beslenmenin birinci kurali: Tadi güzelse zararlidir!"
Ama Bugday farkli. Nefis mercimek köfteleri, zeytinyaglilar
yapiyorlar. Kahvalti yerine tahin, kuru üzümlü-cevizli bugday, çavdar ekmegi filan veriyorlar.
Bir de benim gibi tipik Türkler için, ancak istek ve yalvariş üzerine, beyaz peynir...
Çünkü müessesenin sahibi Viktor tam bir "vegan". Yani sadece et, tavuk, balik yememekle kalmiyor, peynir, tereyag, süt, yumurta gibi hayvansal ürünlere de dokunmuyor, dokunani yakiyor!
Tam kahvaltinin ortasinda, dinozorlar zamanindan kalma, kanatli, kuş büyüklügünde, dev bir böcek geldi ve igrenç bir çitirtiyla masanin ortasina kondu. Çiglik çigliga kalktik. Ben rulo yapip hayvanin kafasina indirmek üzere gazete aranirken, Victor koşup yaratigi şefkatle ellerine aldi ve (sanki ilk firsatta bu defa kafamiza konsun diye) bahçeye birakti.
Bugday, dogal hayat yanlisi bir restorandi ve böcek ilaeci kullanilmasi yasak edilmişti.
Dolayisiyla ömrümüzde resimlerini bile görmedigimiz, Bodrum'un bulundugu iklim kuşagina özgü ne kadar mahlûkat varsa, Buğday'da müşterilerle huzur içinde yaşıyordu. Çünkü "Onların da bizim kadar yaşama hakkı var"dı.
"Ya benim huzur içinde yemek yeme hakkım?" diye tanı bir şehirli gibi söylene söylene tekrar masaya oturdum.
Viktor da gelip bana uzun bir "doğal hayat" konferansı çekti. İnsanların sindirim sisteminin et yemeye uygun olmadığından, hormonlu gıdaların zararından falan bahsetti...
Tam ikna olmaya meyletmiştim ki, bahçede dolaşan kediyi göstererek, "Bak," dedi, "kedimize bile hayvansal ürün vermiyoruz. Et, süt, hiçbir şey!"
"Yahu kedi etobur hayvan, ne yiyor peki?"
"Otla, buğdayla besleniyor. Artık etin, peynirin kokusuna bile dayanamıyor, istemiyor!"
Kediye baktık. 250 gram falan kalmıştı. Etrafı kokluyordu.
Viktor gidince "vejetaryen" kediye gizlice bir parça beyaz peynir attım.
143
144
ît
'i
k
Evet, kedi peynirin kokusuna dayanamıyordu gerçekten. Çünkü zevkten kendinden geçiyordu!
Kimbilir kaç ay süren radika-ekmek-mercimek eziyetinden sonra, zavallı hayvanın o peyniri bir yutuşu vardı ki, gözleriniz ya-şarır!
Kendimi kaybedip şöyle bağırmışım: "Faşist doğal hayatçı-lara karşıyım!"
Astral yolculuğum rahat geçti!
Bu olaydan tam 5 yıl 6 ay sonra, YogaŞala'nın kapısında ne arıyorum?
Bir Deepak Chopra kitabı okumayı bile beyhude bulmuş bir insanın, kokulu masaj yağlarının, doğal sabunların, "bindi"lerin satıldığı, herkesin alçak sesle konuştuğu bir yerde ne işi var?
Yazılarımı okuyanlar, doktor tavsiyesiyle, ömrümde ilk kez spor yapmaya karar verdiğimi, spor salonu tecrübemin ise, tam beklediğim gibi, başarısız olduğunu hatırlayacaklardır.
Yürüme bantları benim için kan ter içinde saatler harcayıp, hiçbir yere varamamak olduğundan, hoplayıp zıplamadan, sakin sakin yapılan yoga, kulağıma hoş geldi.
Tavsiyeler üzerine, bir cumartesi öğlen, ben ve çıplak ayaklarım (yoga öyle yapılıyor) üçüncü gözümü bulmaya hazırız!
İlk dakikalar gerçekten beklediğim gibi başladı. Yoga hocam Zeynep hem yapıyor hem anlatıyor. Nefes al, ver, esne, gevşe, hem de oturarak. Ooh, tam bana göre. Hayatımın sporunu buldum!
"Spor kasları sertleştirip kısaltır. Yoga ise gevşetip uzatır."
Biliyordum, biliyordum. Sporun zararlı bir şey olduğunu biliyordum!
Bir dakika. En az ben esniyorum. Herkes daha iyi yapıyor. Hani bu başlangıç dersiydi? İmkân yok. Buradaki herkes eski yogilerden! Bir ben çaylağım. Aldatıldım! BU BİR KOMPLO!
"Yogada başkalarıyla kendinizi karşılaştırmayın. Bu bir yarış
değil. Hareketleri iyi yapmak zorunda değilsiniz. Ama kendinizi dışarıdan seyredin. Bu dersteki endişeleriniz, hırsınız, korkularınız, dışarıdaki yaşama tavrınızı da gösterir!"
Hoppalaa. Nereden anladı? Esne, nefes al, gevşe, nefes ver.
"İç organlarınızı gevşetin. Mideniz, kalbiniz, karaciğeriniz..."
Karaciğerimin tam nerede olduğunu bilsem çok gevşetmek isterim ama...
"Nerede olduğunu bilmeseniz de, organlarınızı kafanızda canlandırın ve onları dinlendirin!"
İşte karaciğerim. Dün akşamki kırmızı şaraptan sonra biraz halsiz görünüyor! Yediğime içtiğime dikkat edeyim biraz.
Pekiyi yogaya başladığıma göre şimdi vejetaryen mi olacağım? Oh yo! Esne, nefes al...
"Ne vejetaryen olmak zorundasınız ne yoga yapıyorsunuz diye sigarayı bırakmanız gerekir. Ama bir süre sonra, sadece beyninizi değil, vücudunuzu da dinlemeyi öğrenince, kendi kendinize bunları yapmak isteyebilirsiniz."
Güzel, çıkışta iskender yiyebilirim! Gevşe, nefes ver.
***
İlk yoga dersimde başarıdan başarıya koştum!
Son dakikalarda, yerde yatıp iç organlarımı gevşetirken, başka bir boyuta geçtim.
Astral seyahat diyebileceğim bu tecrübe, hocam Zeynep tarafından çok yüzeysel bir biçimde "E için geçmiş demek!" şeklinde açıklansa da, bu beni yıldırmadı!
Yogaya devam edeceğim. Birkaç hafta içinde yerden yükselmeyi planlıyorum. GÖRÜR O ZEYNEP!
Hey gidi hey! Şimdi organik kayısılar, kepekli pirinçler yediğimi, bir de üzerine yoga yaptığımı görse, kedisini otla besleyen Viktor ne derdi acaba...
146
Tabiata yalakalık olmaz!
Elimizde dolaştırıp durduğumuz, herkesin ne olduğunu tahmin etmeye çalıştığı "egzotik bitki", meğer Türkiye'deki en yaygın kokulu ötmüş. Şehirler bize ne yapıyor?
Sık yapraklı, bir karış uzunluğunda, yeşil bir bitki.
Elden ele dolaştırıp bakıyoruz. Herkes bir tahmin yapıyor.
"Hindiba!" diye bağıran, hayatında hindiba görmediği gibi, hayvan mı, meyve mi, ot mu olduğunu bile bilmeyen, cesur cahillerimiz bile var.
En sonunda DJ'lik yapan bir arkadaşımız aldı, evirdi, çevirdi, burnuna götürdü ve:
"Pizza!" dedi. "Pizza gibi kokuyor. Pizzanm içine koydukları baharat karışımının hammaddesi!"
Böyle bilimsel bir yaklaşımı hepimiz takdir etmek üzereyken, bitkiyi bayram tatiline gittiği Kekova'dan toplamış olan doğase-ver dostumuz patladı:
"Kekik be, kekik! İnsaf."
Kekik? Bizim bildiğimiz kekik, kuru, sert, kıtır, gri bir şeydir. Bunun gibi ot kokmaz. Kekik böyle mi olur yahu?
Evet, tazesi öyle olurmuş. Biz o yeşil yaprakların kurutulup, ufalanmış halini biliyormuşuz.
Alın size tam bir metropol manzarası.
Biz nerede yaşıyoruz?
Şehirde doğup büyüdüyseniz, taze süt yağlı, doğal zeytinyağı acı gelir size. Hormonsuz meyvelerin kokularını, önce kokulu silgilerden, büyüyünce de parfümlerden bilirsiniz.
: • Ülkede en çok yetişen kokulu ot da, birdenbire "pizza bitkisi" oluverir!
Başka kokular vardir hayatinizda: Egzoz kokusu, benzin kokusu, plastik kokusu, boya kokusu, teksir kâgidi mürekkebi kokusu, yanmiş lastik kokusu, yeni araba kokusu... Bayramda Antalya'daydik. Bir golf otelinde. Yazilarimi okuyanlar, sporla ilgili düşüncelerimi biliyorlardir. Onun için golf molf oynamadim.
Ancak, ayni otelin müthiş bir "spa"si var. Meraklisi olmayanlar için anlatayim: Spa, hem sagliginizi hem güzelliginizi artiran, çeşit çeşit bakimlar, türlü türlü masajlar yaptirabildiginiz, şifali havuzlarda yüzebildiginiz, kaplicanin pek lüks türüne deniyor.
Bir ay boyunca haftada yedi gün çalişmanin perişanligiyla, o spa'ya bir girdim, bir daha çikamadim.
Ne golf sahalarinda yürüdüm, ne organik tarim yapan domates seralarini gezdim, ne deniz kiyisina indim... Ve bayram bitti!
Içerisi daha rahat, dogayi boş ver!
Büyük kentler bize ne yapiyor?
Dişari çikip iyot kokulu serin rüzgâr, dik dik bakan güneş işigi eşliginde, belki biraz çamurlu veya tozlu, engebeli yollarda, ihlaya pihlaya yürümek yerine, içeride, tam vücut isimiza göre ayarlanmiş havuzun içinde, parfüm kokan hava ve dozunda işiklandirilmiş mekânlarda kalmak daha mi cazip geldi?
Bu, evrimin bir parçasi mi?
Asfalt yollar, asansörlü, isisi ayarlanmiş evler, hazir yiyecekler, otomobiller, internet yalan dünya mi, yoksa gerçegin ta kendisi mi?
Doga, sadece ihtiyacimiz olan su, hava ve işigi sagladigi için seviyor gibi görünmeye çaliştigimiz, romantikleştirmeye ugraştigimiz can sikici bir şey mi?
141
Bunlarin üçünü ve belki başka hayati kaynaklan suni olarak imal edebiliyor olsaydik, dogaya bu kadar yalakalik yapar
miydik?
Akbabalara, yilanlara, akreplere, dikenli otlara, dondurucu soguklara, kasirgaya, yakici güneşe, kum firtinalarina, depreme, toprak denen, savrulunca ortaligi mahveden, kahverengi toz yiginina niye ihtiyacimiz olsun ki o zaman?
Şelale manzarasini, evimizdeki, yeni çikan, üç boyutlu televizyonlardan görebiliyorsak, sorarini size, o manzaranin gerçegi mi daha makbul, televizyondaki daha renkli ve istediginiz zaman hazir görüntüsü mü?
Laf aramizda, kuru kekik de tazesinden güzel kokuyor!
Olay "tamamen duygusal" mi?
Aslinda tabiatla igrenç, sahte bir çikar ilişkimiz mi var?
Yagmur ormanlarinin her saniye azalmasina niye üzülüyoruz?
Ucu bize dokunacak da ondan. O ormanlar bitince biz de bitecegiz.
Yoksa kime ne o agaçlardan, ismini bile bilmedigimiz hayvanlardan... ;•••••'.
Çevreciler beni mahvedecek!
Halbuki bilmiyorlar ki aslında onların tarafmdayım...
Arabesk tabelalar
Beşiktaş'taki "Atatürk, Cumhuriyet ve Demokrasi Anıtı"nın etrafını yeşillendirip, çiçek dikmişler.
Ne yazardı eskiden? "Çimlere basmayın", "Çiçekleri koparmak yasaktır".
Bunlar zaten başlı başına komik. Adam kocaman yolda yürüyecek yer bulamayıp 50 santim genişliğindeki çim bölüme basıyor ki, bu tabela konuyor.
Hayır, belli ki basıyorlar. Neden çiğnendiğinde bozulmayan adi çimen kullanılmaz şu ülkede?
Ama daha da ilginci, yeni tabelalarda şöyle yazıyor: "Biz tükendik, bari bitkiler yaşasın!"
"Ben zaten bu dertlerin tiryakisi olmuşum" veya "Batsın bu dünya" tonunda bir park tabelası. İnsanın aklına sigara içip ağlayan bir park bekçisi, rakıları koymuş demlenen belediye encümeni geliyor.
"Biz tükendik" de krizle ilgili olsa gerek.
Neden sonra anlaşılıyor ki, tabelanın üstünde minik bir dinozor çizimi de var. Yani "Biz tükendik, bari bitkiler yaşasın", dinozorun konuşma balonu!
Küçük dinozorun nesli tükenmiş, "Bari," diyor, "çimler, çiçekler kalsın".
Artık özgür ve demokratız ya, anıtımız bile var ya.. "Basma", "koparma", "yasaktır", olmaaz. Ayrıca çok kaba!
Millet Akdenizli, hepsi duygusal çocuklar. Vatandaşın kalbine hitap edeceksin, o şirin dinozorla yüreğini burkacaksın ki, şehrin parkından çiçek koparmamayı öğrenecek!
E, belediye daha ne yapsın?
YOGA, ORGANIK GIDALAR,VEJETARYENLIK, DOGAL HAYAT..SAKIN EVDE DENEMEYIN!
7 Kasım 2008 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder